ÖLÜLER, DELİLER VE VELİLER

Prof. Dr. D. Murat DEMİRÖZ
Tüm Yazıları
Fatih Sultan Mehmet Han İstanbul'a yeni bir çehre kazandıran ve onu yeniden kuran büyük hükümdarlardandır.

Şehrin ilk kurucusu olan Yunanlı Kral Byzas, şehri Roma İmparatorluğu’nun payitahtına dönüştüren İmparator Büyük Konstantinus ve Doğu Roma’yla birlikte şehri yeniden yücelten İmparator Justinanus ile birlikte Fatih Sultan Mehmet Han İstanbul’a damgasını vuran dördüncü hükümdardır. Dördüncü Haçlı Seferi’nde barbar Fransızlar ve diğer müttefikleri tarafından yağmalanan ve harabeye dönüşmüş Konstantinopolis’i alıp kendi medeniyetine ve milletinin dünya görüşüne göre yeniden inşa etmiştir. Yahya Kemal Kocamustapaşa adlı şiirinde bu durumu çok özlü bir şekilde ifade eder:

“…Türk’ün âsûde mizaciyle Bizans’ın kederi

Karışıp mağrifet iklimi edinmiş bu yeri. … “

Fatih Sultan Mehmet eskisini etkin bir şekilde diriltirken kendisiyle birlikte gelen yeni halka uygun yeni bir İstanbul da kurmak istemiştir. Fatih Camii Külliyesi ve etrafındaki Fatih semti bu yeni şehir anlayışının da timsalidir. Yüzyıllar içinde İstanbul ve bu şehirde oluşturulan yaşam tarzı, edebiyat, musiki, mutfak ve gündelik yaşam kültürü üç kıtaya yayılmış İmparatorluğun her tarafındaki kültür ve medeniyetin hem bir özeti hem de Türkçe söylenmiş mükemmel bir sentezi olmuştur.

İstanbul şehri, ya da büyük şairimiz Yahya Kemal’in deyimiyle “Türk İstanbul” görkemli kâşanelerin, devasa sarayların şehri değildir. İmparatorluğun her tarafından gelen insan topluluklarının her birinin ayrı bir hassasiyet ve zevkle donattığı yüzlerce küçük semt ve mahalleden oluşur. Denebilir ki, İstanbul’un her semti ayrı bir küçük İstanbul’dur. Tanzimat’tan sonra Batı’nın gösterişli ve sonradan görme türedi şehirlerini örnek alarak Padişahlar ve Paşalar dev ama zarafet ve tevazudan uzak saraylar yaptırmıştı. Ama eski İstanbul’un ve eski Osmanlı’nın ihtişamının simgesi Topkapı Sarayı öyle değildir. Her biri zaman içinde ana yapıya eklenmiş küçük yapılar kompleksidir. Nasıl İstanbul her biri farklı ve her biri ayrı güzel mahalleler kompleksi ise Topkapı Sarayı da her biri farklı ve her biri ayrı güzel küçük yapılar kompleksidir. İşte bu, Osmanlı Türk şehrinin ana birimini oluşturur: Mahalle…

Genelde Türk toplumunun ve özelde İstanbul’un geleneksel hayatında mahalle merkezi bir yer tutar. Mahalle adeta büyük bir ailedir. Komşular, esnaf, mahalle imamı, bekçiler, öğretmenler, kabadayılar… Sanki bütün bu insanlar aynı evin içinde yaşar gibidir. Herkes birbirinden haberdar olur, sevinç ve tasaları paylaşır. Mahalleyi oluşturan ana düstûr dayanışmadır. Üç Silahşörlerin meşhur sloganı gibi: “Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için!”

Türkler yerleşik hayata geçmeden önce obalar halinde yaşayan göçebe bir topluluktu. Göçebe ekonomi politiğinin en önemli unsurlarından biri de ortaklaşacılıktı, yani obanın sürülerinin güdülmesi, üretimi, ticaret gelirleri hep birlikte –imece usulü ile- yapılırdı. Bireycilik değil toplumculuk, özel mülkiyet değil grup mülkiyeti, seçkinlerin yönetimi değil bütün toplumun ortaklaşa yönetimi söz konusuydu. Birçok tarihçinin kanaati odur ki, göçebe Türk toplumunda “anaerkil” bir yapı vardı; bu -yanlış olarak-  zannedildiği gibi kadınların egemen olduğu bir “amazon toplumu” değil ama kadınlara hürmet edilen ve kadın – erkek eşitliğinin olduğu bir toplumdu. Türkler yerleşik hayata geçtiklerinde ister istemez sınıflı bir toplum yapısı oluşmaya başladı, buna karşın binlerce yıla dayanan kültürleri bu ortaklaşacı – veya ilkel sosyalist- toplumsal yapının bazı unsurlarını içinde barındırmaya devam etti. Bu köşede daha önce Ahilerden ve Bayramilerden bahsetmiştim. Her iki tarikat / toplumsal örgütlenme de – biri esnaf diğeri çiftçiler arasında- ortaklaşacı ve dayanışmacı bir ilişkiler ağını oluşturmuştu. Dervişler kendi çıkarlarını değil cemaatin – topluluğun çıkarını öne alırlardı.

Göçebe geleneğinin en güzel yansımalarından biri de, şehirlerde bugün bile sıklıkla rastladığımız sokak hayvanlarıdır. Doğayla barışık göçebe insanlar için köpek ve kediler yaşamın devamı için vazgeçilmez birer yardımcıydı. Yerleşik hale geldiğimizde bunların yanına güvercinler ve martılar da eklendi.  

İşte, Türk şehirlerinde, özellikle İstanbul’da oluşan mahalle yapılanması da, bazı unsurları ile bu ortaklaşacı geleneğin devamı durumundadır. Evet, özel mülkiyet vardır, bunu sonucu olarak da sınıflı bir toplum yapısı oluşmuştur, ancak sınıflı toplum yapısının yanında dayanışmacı – ortaklaşacı kadim geleneğin izleri de mahalle yaşamına nakşedilmiştir. Bunun ötesinde, özellikle İstanbul’da, sadece Türkler değil, İmparatorluğun bütün halkları – topluluklarından cüzler vardır. Mahalleler, insani ve kültürel açıdan birbirini tamamlayan unsurları dayanışmacı bir ruh ile büyük bir aileye dönüştürürler.

Mahalle hayatının vazgeçilmez unsurlarından üçü ile bugün karşılaşmıyoruz: Ölüler, deliler ve veliler…

Bu sene altmışıncı ölüm yılını idrak ettiğimiz büyük şair Yahya Kemal Beyatlı’ya göre İstanbul’u Batı metropollerinden ayıran önemli bir farklılığın da yaşayanlar ve ölülerin bir arada olmasıdır. Hakikaten Eski İstanbul’un semtleri mezarlıklarla iç içedir. Yine Kocamustapaşa şiirinden bir alıntı yapalım:

“… Öyle sinmiş bu vatan semtine milliyetimiz

Ki biziz hem görülen, hem duyulan, yalnız biz.

Mânevi çerçeve beş yüz senedir hep berrak;

Yaşayanlar değil Allah’a gidenlerden uzak.

Bir bahar yağmuru yağmış da açılmış havayı

Hisseden kimse hakikat sanıyor hulyâyı.

Âhiret öyle yakın seyredilen manzarada,

O kadar komşu ki dünyaya duvar yok arada,

Geçer insan bir adım atsa birinden birine,

Kavuşur karşıda kaybettiği bir sevdiğine. …”

Yani İstanbul ahalisi için, mahallenin sakinleri yalnız yaşayanlar değil, aynı zamanda o mahallede gömülü olanlardır da! Bugün, Küreselleşme ve Kapitalizmin getirdiği modern ve ruhsuz şehir hayatında ölülerimizin bir yeri yoktur. Gerçi biz, bu ortamda yaşayanlar, ne kadar canlıyız, o da tartışılır. Küreselleşmenin ruhsuz ve kapitalizmin vicdansız atmosferinde, bugünkü meşhur tabirle,  her birimiz birer “zombiye” dönüştük. Ölüler bizim köklerimizdir, kökü olmayan ağaç yaşayamaz!

İstanbul Mahallesi’nin bir özelliği de her mahallede o mahallenin bir parçası olan delilerdir. Deli, o mahallenin ortak çocuğudur, o mahallenin vicdanıdır, bazen kimsenin söylemediklerini “mahallenin vicdanı” olarak onlar söyler. Deliler toplumdan dışlanmaz, mahallenin eşsiz sevgi ve merhametiyle kucaklanırlar. Bugün mahallelerde deliler yok, ama sapıklar, tecavüzcüler ve katiller dolaşıyor. Deliler bizim vicdanımızdır! Delileri olmayan toplumların vicdanı yoktur!

Ve veliler… Göçebe toplumun Kamları, Anadolu’da Babalar, Dedeler, Aksakallar olmuştur. İslam tasavvufunda, nefsini dünyevi arzulardan temizlemiş ve olgun insan (İnsan-ı Kamil) olma yoluna girmiş gönül erlerine Veli (yani Dost - Allah Dostu) denir. İstanbul’un her mahallesinde bir Veli vardı. Bunlar toplumsal hayatın önderleri, gelenekleri sözlü kültürle gelecek kuşaklara aktaran ihtiyarlarıydı. Yani aslında toplumun gönlü ve hafızasıdırlar. Velisi olmayan toplum hafızasını yitirmiş, gönlü olmayan bir toplumdur.

Ez cümle… Son 20-25 yıldır yaşadığımız bitmek tükenmek bilmeyen yenileşme – ilerleme – küreselleşme süreci önce bizden ölülerimizi sonra da delilerimizi ayırdı. Ölüsü ve delisi olmayan toplumun velisi de olmaz.