"POST-TRUTH"

Mavi ÇINAR 13 Ağu 2018

Mavi ÇINAR
Tüm Yazıları
Kulaktan kulağa oynamak gibiydi insanlığın öyküsü.

                                                                                      “Denize atılan şişe her kitap.

                                                                                        Asırlar, kumsalda oynayan bir çocuk.

                                                                                        İçine gönüllü boşalttığın şişeyi belki açarlar belki açmazlar.”

                                                                                        Cemil Meriç; Bu Ülke; s.267

Tanrı güzel söyleyen.

Sözün yol hikayesinde ilerlerken, etik olanın, sevap olanın ve toplumsal kabulün buluşamamasına dönüşen cinnet.

Yeni bir peygamber gelmeyeceğini duyurmak isterim!

Ya da daha önce söylenmemiş hiçbir şey söylenemeyeceğine iman ile söylenmişleri doğru aktarmanın, yeni söylemeden elzem olduğunu!

Çünkü dediği gibi şairin; yolumuz birbirimizi anlamaktan geçmedikçe hiçbir yere varamayacağız.

Çünkü, bir birlikte yaşama sorunudur gidiyor!

Platon, Aristoteles ve daha niceleri; bireysel insanları mantıklı kişiler haline getirenin, bir bütün olarak politik toplum olduğunu ifade ederken; birlikte yaşamanın bir mecburiyet değil içgüdüsel seçilen ve insan doğasına uygun, hatta insanın mutluluk kaynağı olduğunu anlatmaya çalışır.

Fakat oyunun ortasında, birileri kulaktan kulağa öfke aktarınca bu içgüdüsel seçimimiz; fikir birliğine varamadığımız veya varmak zorunda olmadığımızı anlayamadığımız yönetim şekillerine ve bu yönetimlerde büyüyen nefret toplumlarına dönüşmüş!

Bir yer edineceksek de; “Post-truth” üzerinden söylemeyi dert edinmek, derdimizin keyfi olmalı;

Bilgiyi değil bilgeliği;

Okumayı değil neyi okuduğunu;

Kaç diploma değil, kaç insan doldurduğunu dert edinen derdimizin keyfi!

Bu keyif ile çağın böylesi elzem ihtiyacı olan, “gerçek-sonrası” akımdan su içen adamları bulup, içtikleri çeşmeye tas uzatmalıyız. Kitapların kaçıncı baskıyı yaptığına körleşip ne söylediğine takmalıyız bozuk gözlerimizin çerçevelerini. Bu evrende, bu ülkede yaşıyor mu diye bakmaya uzanmalıyız yazarın tüm pencerelerine. Eşiklerinde dinlenmeliyiz sayfaların. Dinlenemiyorsak, yorgun kaldık diyebilmeliyiz!

“Def-i mazarrat, celb-i menafiden evladır”

Söylenenlerin zararlarından kurtulmadan söyleneceklerde medet ummamalı. Zararın önlenmesi, faydanın sağlanmasından önce gelir ilkesinde okunmalı birikenleri dünyanın. Ve kaybolmuyorsa hiç bir mürekkep lekesi; en güzeli, “mavi” birikebilmek olmalı, herkesin herkesi tükettiği çağda.

Zekaların, duyguların, yeteneklerin, bunun yanında barbarlık ve bağnazlıkların da yok olduğuna inanmam, der Zarifoğlu. Biriktiğine bir yerlerde, yoğunlaştığına, şekil değiştirerek devam ettiğine inanır ve bu serüveni ruhlar ile özdeş kılar.

İşte bu kaybolmayanların içinde gezinirken;

Ve içinin kaybolmayan yerlerinde;

Bazen; bir tasavvuf kitabında, tekkeye gelen siyasiden kaçan yol piri, kendi aydınlığını verir kitabın orta yerinden. Bazen; İbrahim Ethem giysisini yamayınca duyduğun utanç gardrobunda kokar. Bazen; “The Lover”in sinemaya uyarlanmasına “ne salak iş yaptınız be” deyip kitabı başka isimle yazan, varoluş biçimini “yazmak” olarak belirleyen kadın, Marguerite Duras’ın dik başını takarsın omuzunun üzerine.  Böyle, çeşit çeşit ruhlar giyinir soyunursun, kendi ruhun içinde olgunlaşırken. Böyle böyle onlarca senden, tevhit doğurursun.

Miller’in Zizek’in psikanalistliğini yaptığını öğrendiğin satırda, aklınla köprüler inşa edersin sayfalar ve kitaplar arasında. Ya da Hızır Reis’in ailesinin başlarından yapılan tesbihin; Hayreddin’i, kaybedecek şeyi kalmayanların cesaretine nasıl kavuşturduğuna aydınlanırsın.

Okumak ciddiyet ister hülasa. Bunu söylemek için yirmi yıl ciddiyetsiz okumuş olmak, evirmez edindiğim gerçeği. Okumak ciddiyet ister. Kendi eksiğini senden sonraki nesilden silmek istemek ister!

Verilmiş cevapları ezberleterek değil sorularla başlatabilmeyi hedefler gençlerde düşünceyi;

Kendi doğamızı ve iyiyi nasıl bilebiliriz?

İyi hayat, gerçekten mantıklı pratik değerlendirme meselesi midir?

Ortak menfaat, erdemlilik durumunda kişisel menfaatten üstün olmalı mıdır?

Belirli eylemleri gerçekleştirmek, bizi nasıl veya neden daha iyi veya daha kötü insanlar haline getirir?

Birbiriyle çakışan iyi kavramları arasında karar verebilir miyiz?

Kanaatim daha disiplinler arası yaklaşımlarla cevap bulunabileceği. Örneğin; Neden toplumlaşıyoruz? Neden ısrarla savaştığımız halde kimse gidip ıssız bir adada yaşamayı tercih etmiyor? Bu muammaların psikolojik altyapılarının, sosyolojik yansımalarını, satır satır, adam adam irdelerken, ne tarihten kopabiliriz ne coğrafyadan.  

Hoppes, insan, savaşabilmek için bir arada yaşar derse bize; savaş çıkmaması için, ayrı yaşama çözümünü reddeden içgüdülerimizi dürtüklemeliyiz.

Simitt, “Akşam yemeğini, kasabın, biracının veya fırıncının iyiliğinden değil, kendi menfaatlerine verdikleri önemden bekleyebiliriz.” dediğinde; toplumsal refahın, bireyin refahını da etkilediği etkiyi atladığını hatırlamalıyız.

Hume’nin elzem görmediklerinin üzerine; Kant’ın, bireyin bir diğeri için özgür seçimler yapma hakkına saygı göstermek zorunda olduğu adil yasayı tutmalıyız, vb…

Okumak, mutlak kabul değil toplumsal bir direnme ve bireysel bir dinlenme şeklidir çünkü. Yüzyılını terk etmiş ya da kendi ücrasına taşınmış adamların evlerine, kahve içmeye gitmek gibidir. Giyotini elinde kitapla bekleyen kimyacının, cellat yanına geldiğinde kitaba koyduğu ayraçtır ölümsüzlüğün her dildeki ortak tanımı.

“Bu sirkte yaşamaya mecbur muyuz” demişti “post-truth” kavramının hamili!

Evet mecburuz!

Ama artık, telafisi imkansız hasarlarla inatlaşıp, onarmaya uğraşmak yerine; öteye, duyguya, ruha doğru yol alabilmeye umudumuz ve niyetimiz olmalı!

Her buluşmamızda, bir kitaba, eksik kalan sorularını sormakla başlayalım!

Yunus şiirinden, “Lacan” devşirelim mesela!

“Düşünmek düş-mek kökünden gelir;

Düş-ün-mek içine düşmektir” der ya Şebusteri,

Gelin beraberce içimize düşelim!

Mütemadiyen.