SAHADAKİ AKADEMİSYENLER

Dr. İlhami FINDIKÇI
Doktora sonrası Londra'daki araştırma sürecimde yaşama ve eğitim hayatına dair notlarımı her okuyuşumda yeni anlamlar yakalıyorum.

 “… Hocalık, akademik kariyer algısı burada çok farklı. Doktorasını (PhD) tamamlamış olanlara saygı var. Derslere giren öğretim görevlilerinin (Lecturer), disiplin kaygıları yok, birlikte öğrenme ortamı var. Dersin hedefleri, içeriği, işleniş şekli, kazandıracağı edinimler ve uygulamaları belli. Her dersin sonunda mutlaka edinilen bilgilerin uygulamasına zaman ayrılıyor. Neredeyse her ders için bir saha görevi var. Hocaların, herhangi bir ideolojik taraftarlık içinde olmamaları dikkat çekiyor. Eğitim, öğrenme ve uygulamanın birbirini tamamladığı dersler, oyunla, hikâyeyle, yaşanmış deneyimlerle, öğrencilerle sohbet havasında geçiyor…”

Doktora sonrası Londra’daki araştırma sürecimde yaşama ve eğitim hayatına dair notlarımı her okuyuşumda yeni anlamlar yakalıyorum. Dijital çağ, pandeminin etkisi derken eğitim sürecinin; içerik, yöntem, teknik araç-gereçler, ihtiyaçlar gibi birçok kulvarda yoğun şekilde değişime girdiğini görüyoruz. Nasıl değişmesin ki?

İnsanlık tarihinin başladığı ilk günden bu yana, birbirinin ayrılmaz tamamlayıcısı olan eğitim ve öğrenme, teori ile uygulama, hayatla buluşmamızı sağlayan en temel süreçlerdir. Öğrenme; bizim için yeni olan bilgileri zihinsel potansiyelimiz ve aktif bir çaba ile idrak etme sürecidir. Eğitim ise öğrenilenlerin davranışa dönüştüğü ve yaşam alışkanlıklarının edinildiği bir süreçtir. Öğrenme, zihinsel süreçlerimizdeki tekâmülü, eğitim ise öğrendiklerimizi hayata aktarmamızı ve onlarla yaşamamızı sağlar.

Bu şekilde gerçekleşen öğrenme, davranışa dönüşerek taçlanır, işe yarar hale gelir. Bu iki süreç birbirini tamamladığında sosyal bir canlı olan insanın, eğitim ve öğrenim ihtiyacı giderilmiş olur. Bir meslek edinmekten iyi bir insan olmaya kadar ki bütün eğitim ve öğrenme süreçlerinde, usta çırak ilişkisinin canlı tutulmasının gerekliliği bundandır. Akademik öğrenmeyle uygulamanın, teori ile pratiğin, üniversite ile sanayinin buluşturulması, bu ihtiyacın en canlı göstergesidir.

TARAF OLMANIN ÖTESİ

Maalesef ki modern dünyanın yükselen eğrileri, bu iki yaşamsal süreci birbirinden gittikçe uzaklaştırıyor. Hızla ben merkezli bir dünya algısına, bireysel yaşama, hızlı tüketim alışkanlıklarına, koyu ideolojilere ve taraf olmaya yönlendirilen günümüz insanının, bildiklerini davranışa dönüştürmesi arasındaki mesafe giderek açılıyor. Aktif ya da pasif öğrenme ile edindiğimiz veriler, bilgiler çoğalıyor ama bunları davranışa ve uygulamaya geçirme isteğimiz ve çabamız azalıyor.

Bunun sonucu olarak giderek daha çok bilen ama bildiklerini sadece zihinsel süreçte savunan, taraf olmanın koyuluğunda bunları uygulamaya aktaramayan bireyler oluyoruz. Bildiği halde yapmayan, inandığı halde uygulamayanlarımız çoğalıyor.

Kişisel gelişim oturumlarını kaçırmayan, bu alandaki kitapların ilk okurları arasında yer alanlarımız artıyor. Ama öğrendiklerini, gösteriş ve kendi egosunu tatminden öteye geçirerek günlük meslek ya da sosyal yaşamda kendisini geliştirenlerimiz çok az. İdeolojilerin tutsağı ve taraf olmanın yorgunluğuyla objektif olmayı ve uygulamayı ihmal ediyoruz. Akademik bilgileri, ideolojimize kurban ederek taraf olmanın ötesine geçemiyor, uygulamayı, üretimi, çabayı, ameli ihmal ediyoruz. Eleştiriye tahammülümüz yok, beslediğimiz, büyüttüğümüz ideolojimizin ve tarafımızın, gelişmemizin önündeki en önemli engel olduğunu göremiyoruz.

Sanıyoruz ki yükseköğrenim sisteminin bu gözle değerlendirilmesinde yarar var. Bilimin ve özgür düşüncenin kaynağı olması gereken üniversitelerin ve biz akademisyenlerin; esas iş ve işlevlerimizin ne olduğuna, bilimsel düşüncenin ve bilimsel üretimin neresinde olduğumuza, alan, konu ve ders ne olursa olsun bilimi ideolojiye alet edip etmediğimize odaklanmamız elzemdir.

DEĞİŞTİRMEKTEN ÖNCE DEĞİŞMEK

Hangi tarafta olursa olsun kimi üniversitelerin adlarının, belirli bir ideoloji ile adeta yan yana anılması, aynı şekilde kimi bilimsel işlevlerin, araştırmaların, tezlerin, derslerin, konferansların, ödevlerin, belirli bir ‘izm’in etkisinde olmasının, ülkemizin fikri ve irfanı hür aydınlık bir gelecek hedefine hizmet etmeyeceği açıktır.

Özellikle ulaştığımız akademik unvanların gölgesinden kurtularak bilimi, koyu bir şekilcilikten ibaret görmememiz, bilimsel araştırmanın usulü kadar esas ve içeriğine de zaman ayırmamız, teorik araştırma ve tartışmaların yanında uygulamayı kesinlikle ihmal etmememiz önemlidir. Bunun için akademik ortamda geçirdiğimiz süreyi, sahaya inerek dengelememiz, öğrenme ile eğitimin birbirini tamamlaması için daha büyük bir çaba içinde olmamız şarttır.

Soru ile başlayan ve sorgulanabilen bilimsel anlayışı, dogmatik mutlak doğrulara dönüştürülen ideolojilerden ve ne yönde olursa olsun koyu taraftarlıklardan uzaklaştırmak zorundayız. Ancak bu şekilde ülkemizdeki bilimsel araştırmaların, yeni buluşların, icatların, patentlerin ve markaların sayısını artırabiliriz. Bunun için de unvanlarımıza takılmadan kendimizi bilmek, görevli olduğumuz kurumun gerçek amaçlarına hizmet etmek ve elbette devletimizin gelişerek büyümesi gibi bir derdimizin olması gerekir. Bunun için değiştirmeye çalışmaktan önce değişebilen ve bire bir uygulamanın içinde yer alan akademisyenler olabilmeliyiz.