SANATIN EKONOMİ POLİTİĞİ- I

Prof. Dr. D. Murat DEMİRÖZ
Tüm Yazıları
Orta okuldan beri şiir yazarım. Artık çok seyrek aralıklarla yazsam da, hala daha devam ediyorum.

Kara kalem resim çizerim. Kendi kendime ney üflemeyi öğrendim. Her ne kadar bir müzisyen olmasam da, hem Batı hem de Türk müziği notalarını okur ve ses sistemlerini bilirim. İlk okuldan beri sıkı bir roman okuyucusuyum. Sinema ve opera da en heyecanla takip ettiğim sanatsal faaliyetlerdir. Bugün istedim ki, sanat ürünlerinin ve sanat eseri piyasalarının ekonomi politiğinden bahsedeyim.

Her çeşit sanat insan topluluklarının boş zaman faaliyetleri ile paralel gelişir. İnsanların en eski çağlarından beri zorunlu ihtiyaçları barınma, giyinme, beslenme ve üremeden oluşmaktadır. İnsanlar çevrelerindeki diğer canlılara göre fiziki açıdan daha zayıf olmalarına rağmen yüksek beyin kapasitelerinin sağladığı iki temel fonksiyona sahiptirler: Topluluklar halinde örgütlenme ve sahip oldukları bilgiyi gelecek kuşaklara aktarma. Her iki fonksiyonun da zorunlu olarak iletişim gücüyle bağlantılı olduğu bilinmektedir. İnsanlar güçlü iletişim yetenekleri ile çok sayıda bireyden oluşan grupların tek bir organizma gibi yönlendirilmesini sağlayabilmişlerdir. İkinci olarak, yine iletişim yetenekleri ile kuşaktan kuşağa bilgi ve tecrübeler aktarılarak uygarlığın gelişimi sağlanmıştır. Sanat ve çeşitli sanat eserleri, işte, iletişimi sağlayan araçlardandır.

İletişimin batı dillerinde karşılığı olan “communication” Latince paylaşmak anlamına gelen “communicare” fiil kökünden türetilir.  İletişim bir birey veya gruptan diğerine ortak kullanılan işaret ve sembollerle ve göstergebilimsel kurallar çerçevesinde anlam ve bilgi aktarımıdır. İşte sanatın ilk ortaya çıkışı belki de insanların zorunlu ihtiyaçları olan barınma, giyinme, beslenme ve üremenin temini için grup halinde hareket etmelerini sağlayacak iletişim araçlarının gelişmesi ile ortaya çıkmıştır. İlk avcı toplayıcı toplumların hayatı doğada buldukları av hayvanları ve meyvelerin tüketilmesi ile sağlanmaktaydı. Nitekim, bugün, Göbeklitepe’de bulunan insanlık tarihinin bilinen ilk tapınağı avcı – toplayıcı toplulukların doğadaki canlıların betimlenmesine dayanan yüksek bir sanat kabiliyetini göstermektedir. Ayrıca bu dönemde topluluğun örgütlülüğü için ilk müzik eserlerinin – basit şarkılar biçiminde olsa da- üretildiği tahmin edilmekte, diğer gruplar ve gelecek kuşaklarla iletişimi sağlayan birçok mağara resmi örnekleri keşfedilmektedir.

İlk tarım toplumları ortaya çıktığında, antropologların arkeolojik bulgulara dayandırdıkları kendi varsayımlarına göre, insanlar arasında her türlü sanatın da hızla geliştiği düşünülmektedir. Bunun sebebi, tarımla birlikte insanlar kendi ekosistemlerini oluşturmaya başlamışlar, hem düzenli aralıklarla hem de kişi başı çok daha yüksek miktarda gıdaya, sürekli barınaklara kavuşmuşlardır. Tarım ekonomisi toplumlarda iş bölümü vasıtasıyla daha az çalışarak daha yüksek refaha kavuşma imkânı sağlamıştır. Bu ise her bir insan için ilk defa boş zaman olgusunu ortaya çıkarmıştır. Bu ilk yerleşim birimlerinde, akşam ateş başında hikaye anlatanlar ilk tiyatrocular, ilk müzik aletleri (kaval ve basit telli çalgılar) ile şarkılar söyleyen ilk müzisyenler, tapınaklarda resim çizen ve heykel yapan ilk ressam ve heykeltraşlar çıkmıştır. Tapınak demişken, sanatın gelişmesine en büyük katkı da dini örgütlenmeden gelmektedir. Din adamlarının topluma verdikleri mesajı etkili kılabilmek için şiir ve müzikten yararlandıkları, ibadet yerlerinde görsel sanatlar vasıtasıyla uhrevi bir ortam oluşturdukları bilinir. Bizim kendi dini ibadetlerimizi bir hatırlarsak, camilerimizi bir düşünürsek ne dediğimi anlarsınız.

Tarım ekonomisi geliştikçe ve idari birimler büyüdükçe, ilk tarım toplumlarındaki komünal yaşam sınıflı bir toplum yapısına evrilmiştr. Sınıflı toplum yapısı hem toplum içinde iş bölümünün daha keskin hatlarla belirlenmesi, hem de din adamları ve aristokratlardan oluşan bir üst elit oluşmasına sebep olmuştur. Sümer ve Mısır’dan Sanayi Devrimi’nin başlangıcına kadar sanatın içeriği ve sanat eserleri talebi bu yapıya göre belirlenmiştir. Bu dönemde her türlü sanat iki ayrı gruba ayrılmaktaydı: Yüksek zümre sanatları ve halk sanatları. Sınıflı tarım toplumlarında elde edilen artı değerin büyük kısmı yönetici elit olan aristokrat ve rahipler sınıfının elinde toplanmaktaydı.  (Not: Bizde resmen din adamları sınıfı olmadığı için fiilen tarikat şeyhleri ve aristokrat sınıfı olmadığı için de yüksek bürokratlar bu yüksek eliti oluştururlardı, DMD). Bu yüksek zümre mensupları hem yüksek gelire hem de daha fazla boş zamana sahiptiler. Böyle olunca, bu yüksek zümreye çalışan saray sanatkârları ortaya çıktı. Saray sanatı, bugün her toplumda “klasik” olarak tanımlanan elit sanat eserlerini üretti. Burada başta şiir ve müzik olmak üzere, resim, güzel yazı, heykel ve mimari gelişti.

Öte yandan emekçi kitlelerin de, sahip oldukları gelir düzeyine ve boş zamana uygun olan, daha basit ama daha içten bir sanat gelişmeye başladı: Halk sanatı. Yüksek zümre sanatı daha soyut bir anlatıma, daha gösterişli ve doğadan daha kopuk bir üslûba sahipken, halk sanatı gayet somut gerçekleri daha yalın ifade eden ve doğayla iç içe bir sanat anlayışını ifade etmekteydi. Söylemeye gerek yok, klasik sanatçılar veya saray sanatçıları yüksek gelir elde ederken saraydakilerin gözünde çok bir itibar sahibi değillerdi. Öte yandan halk sanatçıları basit emekçiler gibi düşük bir gelir düzeyine sahip olmakla birlikte emekçi kitlelerin gözünde yüksek bir itibara sahip olmuşlardı. Bugün Baki’yi, Fuzuli’yi, Levni’yi, Meragi’yi sadece bu sanatların uzmanları takip edebilirken, Yunus Emre’yi, Kaygusuz Abdal’ı, Karacaoğlan’ı hepimiz anlayabiliriz ve bu halk sanatçıları hepimiz için halk kimliğini oluşturan büyük şahsiyetlerdir.

Sanayi Devrimi ve Kapitalizme geçince sanatın mahiyeti de değişmiş. Sanat hem kitle iletişiminin bir belirleyicisi hem onun tarafından belirlenen bir mahiyete ulaşmıştır, hem de kapitalist toplumda gelişen siyasi ve felsefi görüşlerin iletilmesinde bir araç haline gelmiştir. İsterseniz bunu da Cuma’ya tartışalım…