Vakıf Katılım web

​SEÇMENİN SEÇTİĞİNİ AZLETME HAKKI

Erol ERDOĞAN 07 Eki 2017

Erol ERDOĞAN
Tüm Yazıları
İstanbul ve Düzce belediye başkanlarının istifalarıyla başlayan, seçimle iş başına gelen başkanların partilerince istifa ettirilmesinin doğruluğu-yanlışlığı tartışması bence hayli verimli.

İstanbul ve Düzce belediye başkanlarının istifalarıyla başlayan, seçimle iş başına gelen başkanların partilerince istifa ettirilmesinin doğruluğu-yanlışlığı tartışması bence hayli verimli. Tartışmayı doğru sürdürebilirsek, demokrasimizi tamir edebileceğimiz bazı sonuçlar çıkacaktır. Tartışmaya katılan herkes, hakikatin bir kısmını ifade ediyor. Daha geniş perspektiften bakarak hakikatin çoğuna ulaşmalıyız. 

Belediye başkanı, milletvekili, meclis üyesi gibi seçimle işbaşına gelenler, süreçte üç unsurdan “onay” alıyor. Yani seçilenin meşruiyetini üç “karar” belirliyor: Siyaset, seçmen, yargı. Biraz daha açalım. Seçilmek için önce “aday” olmak gerekir. Bunu siyaset sağlıyor. Parti kişiyi aday gösteriyor. Parti, böylece ilgili kişiye referans ve kefil oluyor. Sonra seçmen, iradesini ortaya koyarak adaylardan birini seçiyor. En sonunda, yargı unsuru olarak seçim kurulu, ilgili kişinin seçildiğini onaylıyor. Yargının onayı ile birlikte seçmenin verdiği “seçilen” unvanı resmileşiyor, hukukileşiyor. 

Peki, seçimden sonra, üç “meşruiyet” sağlayıcının sorumluluk ve hakları sona eriyor mu? Hayır. Yargı, seçilenleri birçok mekanizmayla denetliyor, yargılıyor, uygun şartlar oluştuğunda “seçilen” unvanını elinden alabiliyor. Parti de, aynı şekilde parti adına seçilen kişiyi, sonraki seçime kadar yönlendiriyor, destekliyor, denetliyor, gerektiğinde disiplin kurulunu çalıştırıyor. Şartlar olgunlaşırsa partisinden ihraç edebiliyor, yargıya şikâyet edebiliyor veya istifaya zorlayabiliyor. Her biri, bunları yaparken, seçilme sürecindeki meşruiyet sağlayıcılığına dayandırıyor. Ancak burada dikkat edilmesi gereken nokta, seçilen kişi, yargı ve partisinin denetleme süreçlerine karşı, savunma hakkına sahip. Sözgelimi disiplin kuruluna verilirse kendisini savunabiliyor, görevden istifa etmesi istenirse görevden değil partisinden istifa etmeyi tercih edebiliyor. 

Dikkat ettiyseniz, seçilme sürecindeki üç unsurdan biri olan seçmenin, oyuyla işbaşına getirdiği belediye başkanı, milletvekili, meclis üyesiyle ilgili, sonraki seçime kadar, fonksiyonel bir denetleme veya cezalandırma mekanizması yok. Halk ancak sandıktan sandığa karar verebiliyor, oysa yargı ve parti yönlendirme, denetleme, ikaz etme, cezalandırma hakkını her an kullanabiliyor. Bu bir demokrasi açığıdır, yamanın üretilmesi, eksiğin giderilmesi gerekir. 

“Çözüm nedir?” diye sorulursa cevabı belli. Siyasi hayatı kısa süren HAS Parti, “Geri Çağırma” veya “Azil” kavramlarıyla konuyu gündeme taşımış ve ilgili mekanizmaların kurulmasını teklif etmişti. Seçmenin, seçtiğini azletme hakkı olmalıdır. Elbette, bu hak, zor şartlara bağlanmalı ve istismara açık olmamalıdır. Belediye başkanlarının istifalarıyla başlayan tartışma, umarım, seçmenin azil hakkını da gündeme taşır. Tartışalım. Tartışma veya müzakere hem öğrenme, hem telafi yöntemidir. Seçmene böyle azil yetkisi vermek siyaseti dinç tutacaktır ve partilerin yükünü hafifletecektir. 

“Halka böyle bir hak verilir mi?” diye sorarsanız, “Evet, az-çok ümitliyim.” derim. Çünkü yeni anayasamızda yer alan “En az yüz bin seçmen, cumhurbaşkanı adayı gösterebilir.” maddesi beni bu konuda bir ölçüde ümitlendiriyor. 

Demokrasi veya adalet tek bir prensiple sağlanamaz. Birden çok prensibi belli bir ahenk içinde bir araya getirmek gerekir. Bu yönüyle demokrasi, yemek yapmaya benzer. Çok sayıda malzemeden oluşan yemeğin lezzeti, hangi malzemeden ne kadar kattığınız ve hangi aşamada kattığınız ile ilgilidir.