SOFRA

Ümit G. CEYLAN 29 Nis 2021

Ümit G. CEYLAN
Ramazan ayındayız, evlerimizde mis gibi sofralar kuruyoruz etrafında oturuyoruz.

Ramazan ayındayız, evlerimizde mis gibi sofralar kuruyoruz etrafında oturuyoruz. Bu birlik ve dirilik halkasına verdiğimiz günümüz Türkçesindeki ismine sofra demişiz. Türkçe dili araştırmaları konusunda ciddi uğraşları olan Macit Şayin’den aldığımız bilgiye göre; Kutadgu Bilig'de 'tirki' tam olarak sofra sözünün Türkçesi olarak geçiyor. DLT'de 'tergi' sözü de sofra anlamında geçerken, bugün bizim mönü dediğimiz sözün Türkçe karşılığı 'tergü' olarak adlandırılıyor. Türkçede tir ve ter kökenli sözcükler temel olarak; dirilik, canlılık, ıslaklık ve toplanmak anlamlarına odaklanır. Diri kelimesi de aynı kökten gelir.

Sofradaki bereket

Birlikte hazırlanan aynı zamanda ailecek oturulup yenen yemekteki manevî hazzın psikolojik ve fizyolojik olarak etkileri ayrı bir konudur. Fakat biz Türklerin yaşadıklarımıza anlam vermek konusundaki maharetimiz dilimize de hep yansımış. O halde tecrübenin ne kadar önemli bir değer olduğu da böylelikle anlaşılıyor. Tirki kelimesi sofranın etrafında toplanarak yemek yemenin de ötesinde bir anlam dünyasına ufuk açıyor. Bereket sadece Ramazan ayına özgü değildir. Muhakkak ki özel bir yeri var iftar sofralarının ancak bizim kültürümüzde birlik beraberlik her fırsatta kutsanmış bir değerdir. Sofraya da bu anlamda bir değer yüklenmiş ki tirki denmiş yani dirilik, canlılık denmiş. Hem fizyolojik hem de ruhî manada sofrada toplanmanın insanda yarattığı diriliği yaşamak aile ve toplum için özel bir anlam taşımaktadır. Sofranın bereketini de işte bu anlam üzerinden oluşturuyoruz. Birliğin, diriliğin kattığı anlam bereketlendiriyor sofralarımızı.

Kaynaşma

Batıdan gelen şu ayakta hızlıca yeme alışkanlığını düşünürsek bizim sofraya atfettiğimiz önemi anlamak bakımından üzerinde düşünmeye değer buluyorum. Yemek yemek hemen öyle geçiştirilecek hayvani dürtülerimizi bastıracak bir olay değildir. Sofraların kurulması özellikle de günümüzde bireyselliğin daha fazla ön plana çıktığı bu zamanlarda en azından akşam yemeklerinde bir araya gelmek (bugün salgından dolayı şükür hep bir aradayız) günlük olayları konuşmak, hasbihal etmek, aile bireylerinin dertlerinin, sıkıntılarının masaya yatırılması ve böylelikle bir psikolojik rahatlama, birbirini anlamaya, kaynaşmaya vesiledir. O yüzden bizim kültürümüzde tek başına yemek yemek ya da sokakta yürürken yemek yemek de pek hoş karşılanmamıştır. Hatta misafire aç mısınız diye bile sorulmaz. Yemek zamanına denk gelmişse gelen misafir mutlaka sofraya buyur edilir. Tanrı misafiri kavramında dolayı bizde sofraya beklenmedik birinin gelmesi tuhaf karşılanmaz aksine bir lütuf gözüyle bakılır.

Gökten inen sofra

Annelerimiz yemek hazırlarken benim elim değil Hazreti Fatma anamızın eli diyerek yemeklere bereket katarlar. Hala da öyle yapmaz mıyız? Adeta sofraya konacak nimetlerin Allah’ın verdiğine inanır ve ona göre mutfağa geçerek hazırlıklara başlarız. Günlük yemek yaparken profesyonel mutfak çalıştırır gibi bir planlama yapmayız. Evdeki malzemelerle bazen birçok çeşit yemek ortaya çıkar. Özellikle şu aralar gökten inercesine sofralarımızı donatan yemeklerin varlığına şahit oluyoruz. Bunların yanı sıra kültürümüzde sofra hazırlamak özellikle tarihimize baktığımızda çok değil bundan belki en fazla yüzelli yıl öncesinde konaklardaki sunumlar bize ince bir zevki bir sanatı bir yaşama şeklini göz önüne seriyordu. Sofra örtüsünün kenarlarındaki altın sırmalı işlemelerden tuttun da abanoz, mercan, fildişi süslemeli kaşık, çatallar, gül suyu kokan destarlar, altın, gümüş tabaklar hepsi birer sanat şaheseriydi. Sofraya verilen önem sadece görsel şölenden ibaret değildi. Sofra adabı diye adlandırdığımız başlı başına bir literatürümüz vardır. Velhasılı sofra bizim için kültürün aktarıldığı bir mekteptir. Sevinçlerimizde, hüzünlerimizde hepsinde bir sofra bir ikram geleneğimiz vardır. Aynı sofraya oturamamış olsak bile kokusu gitmiştir diye komşuya yediklerimizden ikram etmek vardır. Bu kutlu günlerde duamız sofralarımızdan bereket, mutluluk, esenlik eksik olmaz vesselam.

TAM KAPANMA TAM İTİKÂF

Tam bir fırsat. Bir buçuk senedir yaşadığımız şu salgından kurtulmanın tek yolu bu olacaksa eyvallah. Ancak bizim milletimizin kurallara uymaya niyeti yok. Yerinde duramıyor. Şimdi de mahallelerde görüyorum; komşular arası iftardan sonra teravih gezmeleri var. Bu tam kapanmada da özellikle aile apartmanları büyük problem. Biri dışarı çıkıyor virüsü kapıp getiriyorsa apartmanda otuz kişi hastalanıyor. Şehirlerarası seyahat yasağı da gelmeliydi. Diyeceğim o ki hepimizin birbirimizi düşünüp bunu fırsata çevirip evlerimizde kalmalıyız. Ramazanın şu son on gününü Bayramla birlikte ibadete çevirip kendimizden veremediğimiz özgürlüğümüzü verip şuurla evde kalalım. Bu da geçecek, inançla birbirimizin enerjisini yükseltelim. Elimizin altında her türlü teknolojik imkân var. Zaten köy yerinde, kırsal yerde yaşayanlar değil daha çok metropolde yaşayanların iç sıkıntısı büyük farkındayız. Özellikle sınava girecek öğrencilere Allah yardım etsin, ailelerine sabır güç versin. Birbirimize yardımcı olalım lütfen. Seferberlik ruhuyla bu salgının üstesinden gelelim inşallah. Bir de aşılarımızı yaptıralım lütfen.

ŞÜKÜR

Dedem şaştı; üç günlük dünyada ne bu hırs bu telaş. Nimetler hepimize yeter sen yeter ki düşü, taşın. Elinden ne gelirse o seni sofranda bekler. Misss gibi kokusuyla oruçlu oruçlu burnuna gelen kokuların hevesiyle yutkunduğun kadar yiyeceksin; bir lokma. Bir avuç un bir çimdik tuz biraz su belki yumurta bir katık yapacaksın kalpleri yumuşatacaksın. Yüreğin doydu mu diye soracaksın. Bak o zaman alacağın cevabı iyi tart iyi sakla. Çünkü bu sofranın hissesinden hepimize düşen pay gökten inenlere şükürdür. Nimeti çoğaltan bu duadır. Şükür gözlerden okunur, halden anlaşılır. Bin bir emekle salavatlarla pişen yemeğe eşlik edeceksin. Sofra hazırlanırken sende bir ucundan tutacaksın. Benim de bir tuzum olsun sofrada diyeceksin. Şükrü birlikte tadacaksın. Kiminin hissesine ne düşer bilinmez. O tenceredeki yemek adedince pay olur kimse aç kalmaz. Artacak da olsa birinin kısmetidir bak gör. Üç adet halka çörek bekler şükürle yenmeyi. Nimet dahi duaya muhtaç duaya müptela. Sen insanoğlu ağzını şükürle doldur kalbin de ruhun da doysun.

Doç.Dr. Meliha Yıldıran Sarıkaya

RAMAZAN EDEBİYÂTI

Eski edebiyâtımızda Ramazan’a dâir edebî metinleri yaklaşık altı yüz küsur sene birbirine paralel seyreden üç ayrı edebî gelenek üzerinden tâkip etmek mümkündür. Bu hayli uzun, kesintisiz ve yekpâre süreçte edebiyâtımız dîvan, tekke ve halk edebiyatları olmak üzere üç ayrı vâdîde akmıştır. Aynı cemiyetin ürünü olan bu üç edebî gelenek, özünde birbirinden farklı değildir. Fakat muhtevâ öncelikleri, dil ve üslûp tercihleri bakımından bazı farklılıklar gösterir. Farklılıkları bir tarafa bırakırsak, eski edebiyâtımızın her üç sâhasında da nazmın nesirden önce geldiğini söyleyebiliriz. Böyle olunca edebiyâtımızda Ramazan bahsi şiir üzerinden ilerlemiştir diyebiliriz.

İlk olarak dîvân şiirine bakalım. Bu mübârek aya dâir ne varsa Ramazâniyye özel adıyla bilinen şiirlere konu olmuştur. Ramâzâniyyeler, şâirlerin Ramazan ayı dolayısıyla pâdişâh, sadrâzam vesâir devlet erkânına takdîm etmek üzere tanzîm ettikleri kasîde formundaki şiirlerdir. Bu şiirlerin Ramazâniyye olarak anılması, nesib/ giriş bölümlerinin Ramazân’a tahsîs edilmesinden kaynaklanır.

Ramazâniyyelerin bir kısmı, rahmet ve bereket mevsimi olan Ramazan ayının ibâdet tâat gibi dinî yönüyle ilgilidir. Diğer bir kısmında ise Ramazan kültürel yönüyle ele alınmıştır. Rü’yet-i hilâl ile Ramazân’ın başlaması, câmîlerin cemâatle dolması, meyhânelerin boşalması, çarşı pazarın bereketlenmesi, yemeğe düşkün olanların ve tiryâkîlerin iftar saatini beklemeleri gibi devrin gündelik hayâtında Ramazan’la gelen ne varsa cümlesine Ramazâniyyelerde biraz da mizâhî bir dil ile temas edilir.

Ramazân’ın başladığını gösteren Ramazan hilâli, hemen bütün Ramazâniyyelerin müşterek konusudur. Meselâ Edirneli Kâmî (v. 1723)’nin meşhur Ramazâniyyesi de böyle başlar;

Yevm-i şek deyü boğaz cengin ederken yârân

Zâhir oldu alem-i nusret-i şehr-i Ramazân

Hava kapalı olunca hilâl görünmez. Hilâl görünmediği için o vakte şüpheli gün anlamında yevm-i şek denilir. Böyle bir günde ahâlî “boğaz cengine”, yâni yemeye içmeye devâm ederken Ramazân’ın alemi, alâmeti belirince iş değişir, oruç başlar. Aynı konu şâir Nedîm (v. 1730)’in Ramazâniyyesinde de vardır;

Bağteten sâbit olup gurre firâşında imâm

Hâb içün yatmış iken etdi terâvîhe kıyâm

İmâm efendi hilâl görünmedi diye uykuya geçmişken birden Ramazân’ın başladığı îlân edilir. Kamerî ayların ilk gününe “gurre” denilir. Gurrenin sâbit olması, yeni ayın başlaması demektir. Yatsıyı kılıp istirahate çekilen imâm efendi haberi alınca terâvih için kıyâm etmek zorunda kalır.

Ramazân âdetleri bahsine dâir ne varsa Ramazâniyyelerde bir şekilde temas edilmiştir. İftar sevinci, sahûr bereketi, terâvih heyecânı, her bir mevzû teker teker yâd edilmiştir. Meselâ günümüzde olduğu gibi çocukların sahûr merakları ve hevesleri, Enderunlu Vâsıf (v. 1824)’ın bir beytine konu olur. Çocuklar, oruç nîmetlerinden nasiplenmek hevesiyle ninelerine sahûr vaktinde kendilerini uyandırması için ısrar etmektedirler;

Sıbyân heves-i ni‘met-i savm ile demekde

Bu şeb beni cânım nene sahûra uyandır

Eski edebiyâtımızın ikinci ana damarı tekke edebiyâtıdır. Yâni, İslâm dininin tasavvuf yorumunu benimseyen şâirlerin açtığı yol. İşte bu edebî gelenekte kelimenin tam anlamıyla bir Ramazan edebiyâtı ziyâfeti söz konusudur. Bu Ramazan şiirleri, daha doğru ifâdeyle Ramazan ilâhîleri hem sayıca çok fazladır hem de muhtevâ bakımından mübârek ayın dinî uhrevî mânevî tarafını konu etmektedirler. En kıymetli dîvân-ı ilâhiyyâtlardan birinin sâhibi olan Sezâyî-i Gülşenî (v. 1738)’nin Ramazan ve oruç hakkındaki fevkalâde zarîf bir gazel-ilâhîsi şöyle başlar;

Bezm-i âlemde nice dem devr edüp câm-ı sıyâm

Buldu dest-i Mustafâ’da âhir encâm-ı sıyâm

“Câm-ı sıyâm”, yâni oruç kadehi nice uzun vakitler elden ele demden deme âlemden âleme devredip durdu ve nihâyet Hâtemü’l-enbiyâ sallallâhu aleyhi vesellem’in mübârek elinde karar kıldı. Bu ibâdet şekli İslâmiyet ile birlikte en mükemmel kıvâmını buldu.

Ramazan ilâhîleri muhtevâsında özellikle öne çıkan iki mevzû vardır; mübârek Ramazân’ı karşılama ve onunla vedâlaşma. Bunlar merhabâ ve elvedâ ilâhîleri olarak bilinir. İlkinde karşılama sevinci, ikincisinde ayrılık hüznü dile getirilir. Yûnus Emre’nin merhabâ ilâhîsinin ilk kıt’ası şöyledir;

Müştâk olup özlediğim / Şehr-i ramazân merhabâ

Bakıp yolun gözlediğim / Şehr-i ramazân merhabâ

Merhabâ ilâhîlerinin ardından, Ramazan’la vedâlaşmanın getireceği üzüntüyü ifade eden uğurlama ilâhîleri gelir. Ekseriyetle “elvedâ” redifiyle söylenen bu tür şiirler hüzün ve teessürle örülüdür. Azîz Mahmud Hüdâyî (v. 1628) hazretlerinin elvedâ’sından bir örnek;

Elden çıkardık mâhımız / Eflâke çıksın âhımız

Rahmeylesin Allâh’ımız / Ey mâh-ı gufrân elvedâ

Ramazan’a dâir yerel unsurların en renkli biçimde varlık bulduğu alan halk edebiyâtı, özellikle de Ramazan mânîleridir. Ramazan mânîleri, bu mübârek ayın girmesiyle başlar nihâyetine kadar devâm eder. Bekçi baba, davulcu ve bâzen ayrıca bir mânî okuyucudan oluşan ekip sokak sokak dolaşarak Ramazân’ın girdiğini şu mânî ile îlân ederler;

Ramazan geldi dayandı / Câmîler nûra boyandı

Top atıldı kandil yandı / Cümle âlem buna inandı

Ramazânın girişi îlân edildikten sonra artık ahâlîyi sahûr için uyandırma vazîfesi başlar. Davulcu kapı önüne gelerek davulunu gümbürdetir ve ilk şu mânîyi söyler;

Besmeleyle çıktım yola / Selâm verdim sağa sola

A benim şevketli efendim / Ramazân-ı şerîfin mübârek ola

Sâdece hâne sâhibini değil ev içerisinde farklı roller vazîfeler üstlenen herkesi muhâtap alan Ramazan mânîcileri, meselâ temcîd pilavını hazırlayacak olan hizmetlilere de selâm vermeyi ihmâl etmezler;

Halayıklar halayıklar / Ocak başında sayıklar

Davulun sesini duyunca / Pirincin taşını ayıklar

Bu mânîlerin en güzel tarafı, muhabbeti saygıyı ve nükteyi birlikte taşıyor olmalarıdır. Denilir ki Ramazân’ın otuz gecesinde otuz ayrı mânî okunur, daha doğrusu otuz ayrı konuya temas edilirmiş. Aynı mevzû etrâfında türetilen bu mânîlerle Ramazan destanları teşekkül etmiştir. Meselâ bir geceyi İstanbul câmîlerini anlatmaya ayıran mânîci/ler;

Âr u gayret gütsem gerek / Türlü sohbet etsem gerek

Bu gece size efendim / Câmîler medhetsem gerek

şeklindeki açılıştan sonra, Ayasofya-i Kebîr Câmî-i Şerîf’inden başlamak üzere bilcümle selâtîn câmîlerin belli başlı husûsiyetlerini mânîler aracılığıyla sayıp dökmüşlerdir. Bir örnekle bu sonu gelmeyesi bahsi ikmâl etmiş olalım;

Ayasofya ibtidâsı / Cümleden ulu binâsı

Onu ziyâret edenin / Makbûl olurmuş duâsı

HATIRLA BENİ...

BIYIKLI MADAM

Neyin var diyorlar bana, sitemim var diyorum...

Ah benim bu boşa koysam dolmaz, doluya koysam almaz hallerim. Yine şaşırttı beni. Özür dilerim iki bıyık gördüm diye adam sandığım  herkesten, bu da benim kabahatim kusura bakmayın. Ben yalan söylemem diye kimse yalan söylemez sanırım. Ben doğruyum diye herkesin eğrisi yok sanırım. Ben, ben gibi bilirim herkesi o yüzden benim sözlüğümde sizi tarif edecek benden başka bir kelime  yok sanırım. Mazi kabuk tutmamış yara gibi deşilir önümde. Tutamam kendimi ağlarım sanırım...

Evvel zaman içimde; zihnimin çizdiği bir çerçeve vardı, içine sizi yerleştirmiştim. O kadar dürüst,  o kadar hak yemezdiniz, ne yalan bilirdiniz, ne yalana düşecek bir yoldan geçerdiniz. Her yaptığınızı doğru sanırdım, ne hikmetliydiniz. İdeal insan çerçevesinin içinde, benim dünyama hükmeden bir havanız vardı... Utanmasam sizi adamlıkta kral ilan edecektim.

Hatırlıyor musunuz?

Hatırladığınızda sizin de derin bir kayıp yaşamışsınız gibi burnunuzun direği sızlıyor mu?

İnsan bunu kendine nasıl yapar?

Nasıl bunca zarar verdiniz kendinize?

Nasıl bir sülale insanın hakkına girdiniz?

Nasıl haram yediniz?

Peki nasıl bir insanın sağlığına zarar verecek kadar kul hakkına girdiniz de hâlâ cennete girecek kadar kendinize güveniyorsunuz.

Ben size hakkımı helal edene kadar o cennet size hak mıdır? Bilemem.

Siz de inanıyorsunuz, ben de..

Şimdi farklı odaların içinde, farklı masalarda, ama aynı coğrafyada bir mübarek ramazan ayını yaşıyoruz.

Siz de oruç tutuyorsunuz bende...

Az sonra ezan okunacak, son zelil halimizle iftarlık lokmamızı ağzımıza sokana kadar

Siz de tövbe edeceksiniz ben de..

Böyle sıralarken ne kadar çok benzedik birbirimize değil mi?

Siz de insanız ben de...

Oysa çok farklıyız birbirimizden... Ben madamım siz yıllarca adam sanılmış bıyıklı madam.

Siz yediğiniz hakların üstüne inşa edilmiş padişah sofrasında oturuyorsunuz, eski tablodaki peşin satana benziyorsunuz çokça.

Bense veresiye satana dönmüş bir halde, kuru ekmekten başka size vereceği kalmamış bir yoksul sofrasında oturuyorum, bir kuru ekmeğim var işte keşke onu da yeseydiniz...

Sahi siz hâlâ aç olabilir misiniz?

Teşekkür ederim bıyıklı madam. Ben de öğrendim sayenizde taşın sert olduğunu, süt çocuğuna ekmeğin ölüm korkusu olduğunu, insanın en onulmaz yarasının en yakınlarından oyulduğunu öğrendim. Bir daha kimseye güvenmemeyi, birine hakkımı haram etmeyi öğrendim. Sizin gaddarlığınız sayesinde bir kere daha ne çok merhametli olduğumu öğrendim.

Çoktan indiniz yere, siz o yükseklere layık değildiniz ki ve içinde durduğunuz tablo başınıza geçti çoktan. Siz taşıyamayacağınız bir yükün altında eğildiğiniz için gözlerinizi ayağınıza diktiniz. Madem bu kadar edep edecektiniz neden yaptınız bunu kendinize... Neden utanıyorsunuz, neden bakamıyorsunuz yüzüme... Benim yüzümde size cehennemi hatırlatacak kaç tane kapı olabilir?

Sen yine de kursağında kalmış bir lokma gibi hatırla beni, hikayedeki hak yememiş hakkı yenen bir kahraman olarak hatırla beni. Şu kısacık hayatında başına haksızlıktan başka kötü şey gelmemiş biri gibi hatırla, sahi sen ne çok kişilerin başına kötü bir haksızlık olarak geldin onu hatırla,

Bir zamanlar insan olduğun hatırına gelsin, vesilen olsun..

Orucunu açmadan evvel gönül al, helallik al...

HACİVAT VE KARAGÖZ REPLİKLERİ

..............................

MEMLEKET MESELESİ

..............................

Hacivat’la Karagöz memleket meselelerini konuşmaktadır. Karagöz aniden bir nazariye atar meydana

- Hacıcavcav bak... Türkiye mahallesinde yalnızlaştı. Devleti umumiyye üzerimize geliyor baksana!.

Hacivat durduk yerde Karagözün bu nazariyesini boş çevirmez. Meseleyi merkezinden izahat etmeye çalışır.

- Karagözüm Yüce devletimiz artık şahsına münhasır siyaset içinde. Artık kendi göbeğini kendisi kesiyor. Memleket menfaatine.

Karagöz:

- Niye kesiyor ki, biz bebek miyiz kendi göbeğimizi kendimiz keselim. Ebe varken bize mi düşer.

Hacivat:

- Karagözüm lafın gelişi bu. Artık her konuda dışa bağımlı siyasetimiz bize zarar veriyor. Ecdadımıza yaraşır bir siyaset ve asalet içinde şahsi meselelerimizi kendi içimizde çözersek şerefli bir millet olduğumuzu ispatlarız dostum. Başta Haçlı devletleri biliyorsun Müslümanlara ve müstazaf ülkelere yaptığı insanlık zulmünü.

Karagöz başını sallar anlamış gibi yapar ve arkasından biz bu Ermeni meselesinde Bidon’a gerekli sert cevabı niye veremedik, esip gürlemedik diye düşünür.

- Hacivat’ım haydi sana hak verelim. Reisimiz ikinci bir “One Minute!..” çekebilirdi Bidon efendiye!.. Türk milletinin de bir şerefi var. Bak zamanımızın sosyal medyası sallanıyor...

Hacivat içinden tövbe, tövbe çeker ve Karagöz’e harici siyaseti öğretecek değildir. Sadece onu suhuletle uyarır.

- Karagöz’üm... Aziz dostum. Bu Bidon denen adam.  Soykırım manivelasını Memleketimizi sıkıştırmak ve istediği politikaları bölgemizde tatbik etmek için kullanıyor. Sen bunun farkında olmalısın. Sovyet Rusyası Devlet Reisi Potin’ne bu herif katil demedi mi? Karagöz cevaben:

- Evet katil dedi. Anlayamadım. Niçin dedi? Neden dedi. Hacivat bu konuda biraz izahat verircesine:

- Karagözüm daha neler öğreneceğiz bu siyaset meydanında. Ona iyi sağlıklar diliyorum dedi naifçe. Diplomasinin de bir dili var hani. Nasıl anlarsan!.. İllaki esip gürlemek gerekmez. Reis bilir işimizi. Zira devlet aklı uyumaz. Bizim de devlet aklına aklımız ermez.

Karagöz sessizdir. Kısaca konuşulanları tasvib eder.

- Peki peki anladık!.. Hacivat yeri gelmişken meseleyi vuzuha kavuşturur. Artık asimetrek harp vardır. Ayrıca milletleri topla tüfekle yenemiyorsan içte tefrika oluşturacaksın. Fitne tohumları ekeceksin. Sözleri aklına gelir.

- Bütün mesele harici dünya değil. Dahili vatanımızdaki vatan hainlerinden Bidon’u alkışlayanlar var. Sükut edenler var bunları görmemezlikten gelenler var. Karagöz’üm. Vatan hainleri aslını inkâr eden insanlık düşmanı birer piyondur.

Karagöz nereden söyledim meseleyi ateşledim der kendi kendine. Hacivat da son sözü ortaya söyler ve kapatır mevzuyu.

“İşte Suriye, Azarbeycan, Libya, Akdeniz, Mavi Vatan, PKK ve PYD’ye yapılan son Pençe harekâtı. Bütün bunları birlikte düşüneceksin. Ey NATO... Ey Amerika... Ey Avrupa... Ey İsrail... Ey Cihanşümül Dünya!.. Takipte kalın bizi!”