​SUMUD…

Ömer EROĞAN 15 Ara 2017

Ömer EROĞAN
Tüm Yazıları
Şakaklarına doğru uzanan gözlerinin görünür yumuşaklığı altında çelik gibi bir iradenin okunduğu, ince yapılı genç kız öğrenci, Ramallah'lı Maha …

Şakaklarına doğru uzanan gözlerinin görünür yumuşaklığı altında çelik gibi bir iradenin okunduğu, ince yapılı genç kız öğrenci, Ramallah’lı Maha …  

“Filistinliler okumak için, evlerinden çıkmak için, kısacası yaşamak için her gün kendilerini tehlikeye atıyorlar zaten. Sürdürdüğümüz yaşama bakıyorum da bazen, ‘buna nasıl dayanılır?’ diye kendi kendime soruyorum. Ama yine de yaşamanın yolunu buluyoruz 50 yılı aşkın bir süredir, halkımız hayatta kalma konusunda uzman olduğunu kanıtladı. Başımıza ne gelirse gelsin direnmeye devam ediyoruz.” 

“Direnmek, Filistinlilerin Sumud dediği şey bu mu?” “Kesinlikle Sumud asla vazgeçmemek, her şeye karşı direnmek demek, hiçbir şey yapılamıyorsa, pasif bir direniş demek… Sumud sabır demek, güçsüzseniz ve düşman baskısı altındaysanız, kıpırdamadan durmak demek. Sumud, boyunduruk, hatta işkence altında bile, özgür iradeye, isyan ruhuna sahip olmak; ideallerine, ülkesine olan inancını yitirmemek demek… Sumud (genç kızın sesi çatallaşıyor), her şeye rağmen Filistin’e inanmaya devam etmek demek.” – Kenize Murad – Toprağımızın Kokusu Filistin…                       

18 yaşındaki bu gencin söyledikleri ile solcu, Hristiyan-Ortodoks Filistinli yazar Emile Habibi’nin “Sumud Siyonizmin kökleri yok edici gücüne karşı bir tür direniştir…” cümlesi eşdeğerdir.

Evet bugünlerde, 1517’de Devlet i Ali Osmaniyye’ye dahil olan Kudüs’e 11 Aralık 1917’de General Allenby’nin girişinin 100.yılı. 19.Yüzyıldan 20. Yüzyılda aktarılan ve 21. Yüzyılda da devam eden, bir toplumun kendi kutsal kitaplarında Filistin topraklarının kendilerine vaat edildiği iddiası ile hak elde etmeye yönelik uzun vadeli çalışmalarının neticesi dünyanın karşısında zaten önemli bir sorun olarak durmakta iken, son olarak yeni başkent iddiası ile konu daha da vahim hale dönüştü. Şüphesiz tarihin değişik dönemlerinde, bilhassa 19. Yüzyıldan itibaren Musevi toplulukları vatandaşları oldukları Avrupa ülkelerinde büyük sıkıntılarla karşılaştılar sonrasında da  1930’lardan itibaren Almanya ve takiben çevresindeki ülkelerde büyük zulümle karşılaştılar. Daha 1800’lü yılların sonundan itibaren yerleşmeye çalıştıkları ve M.Ö. 1220 yılı öncesinden beri Kenan kıyısı üzerinde, Gazze ile Karmel dağı arasında yerleşik yaşayan ve ülkeleri de Filistin olarak adlandırılan “Filistiler”e (antik çağ isimleriyle) metodik şiddet uygulayarak topraklarından eden bu topluluk, diğer coğrafyada daha önce kendisine uygulanan gayrı insani haksızlığın benzerini bu kez bigünah bir diğer topluluğa karşı uygular oldu, ki bu yerleşik topluluğun Holocaust’la hiçbir ilgisi yokken neredeyse 70 yılı aşkın süredir kendilerine benzer ızdırap yaşatılmaktadır. Öyle ki yerleşik toplumun hayatını perişan eden  işkence, yok etme, anayurdundan sürme ve sair tüm imha tarzları metodik olarak süregeldi ve maalesef süregelmekte. O denli ki bu trajik konuya bir nebze değinenler dahi ciddi sıkıntılar ile karşı karşıya kaldılar … 

Her nedense kendi tarihimizde 1917’den itibaren bu topraklar ile ilgili çok kısıtlı yazım mevcuttur. 1920’lerden itibaren başlayan ve 1936’da üst seviyeye varan ve bugüne kadar varan yerel Filistin halkının protestosunu, mukavemetini ve diğer olayları Filistin coğrafyasına varan yeni yerleşim kolonicilerinin ifşa bilgileri içeren Dünya Zionist Organizasyonunun İsrail için Musevi Ajansı’nın ABD Kongre Kütüphanesinde bulunan belgelerden, hatta  Polonya Musevilerinden, Nobel Barış ödüllü Menahem Begin’in  “İsrail Ayaklanması”! isimli Fransa’da yayımlanmış olan kitabı benzeri daha bir çok kaynaktan izleyebiliyoruz. Şöyle ki; Cemiyet i Akvam tarafından elde ettiği “Mandat”  ile Filistin’e yerleşen Büyük Britanya yönetimi esnasında  zionist Haganah sonra da Irgun örgütlerinin kuruluş ve faaliyetlerini görüyoruz ki kendi anlatımlarına göre büyük ve süreli tedhiş yerel topluma ve yönetime karşı uygulanması esas siyaseti olan ve bu örgütlerin faaliyetleri İngilizler tarafından “Terörist” olarak sınıflandırılmıştır. Cemiyet i Akvamdan Birleşmiş Milletler’e geçen “Manda” hakkı devam etmiş 1948 15 Mayıs’ında  ise Büyük Britanya yönetimi azınlık olan topluluğa devretmiş ve hemen İsrail Devleti kuruluşunu ilan etmiştir. Irgunun bir dönem başkanı olan Menahem Begin gibi bu örgütlerin diğer yöneticileri de yeni kurulan devletin sırasıyla yönetiminde bulunmuşlardır. Eğer bir referandum ve ya benzeri yapılmış olsa idi o dönemki nüfus sayımları doğrultusunda coğrafyanın yüzde 90’ından fazlasını oluşturan Filistin ahalisine yönetimin devri gerekir idi! Ne İlginçtir ki aynı tutum Rodezya da ve Güney Afrika da sergilenmiştir. 1948 15 Mayıs tarihini Menahem Begin aynı zamanda Arap istilasının! başlangıcı olarak tanımlar. Kendisinin de geldiği yöre itibarıyla II. Dünya Harbi’nin, 25 milyonu Sovyetler Birliği, 6 milyonu Polonya (Musevi Toplama Kampları kayıpları hariç) olmak üzere toplam kayıpların yüzde 50’ye yakınının yaşandığı ve önemli Musevi direniş hareketlerinin olduğu Doğu Avrupa’dan yılların savaş deneyimine sahip ve diğer bölgelerden de entelektüel seviyesi yüksek insanların organize bir şekilde Filistin’de de toplanması sonucu ilk Arap savaşı ve sonrakilerde uluslararası büyük destekle de galip çıkmışlardır. Yeni kurulan ve daha devlet organizasyonlarını tamamlayamamış deneyimsiz büyük kitle ise kaybeden taraf olarak Filistin halkının hala devam eden kayıp ve acılarını pekiştirmiştir. Aynı süreçte Truman yönetiminden  Eisenhower dönemine geçen A.B.D. İsrail’i üst düzey müttefiki olarak belirlemiş bu ilişki halende devam etmektedir, ayrıca bölgede benzer yeni bir potansiyel müttefik ülke kuruluşu çalışmaları da görülmektedir. Yanı sıra, örneğin ABD Doğu Yakası’nda yerleşik Musevi topluluklarının önceye nazaran işgal ve şiddeti onaylamadıklarını ve sorguladıklarını artık görmeye başladık. Herhalde bazı ülkeler için yüksek sesle sorgulanan nükleer arsenal stokları hususunda belki İsrail’inde bir gün eleştirilebileceği düşünülebilir.   

Köklerini 12-13 kabileye dayandıran 70 yıldır devamlı seferberlik halinde yaşayan, militanlaşmış ezoterik toplum yüksek tansiyonlu toplumsal hayatı ne denli sürdürebilir? Dünyanın diğer yerlerindeki Musevi topluluklar hep tedirgin mi yaşayacaklar? Yaşadıkları büyük trajedileri her daim canlı tutmaları kendi seçimleridir, bütün dünya zaten bu toplumun geçmiş acılarını saygı ve üzüntüyle karşılamıştır, hatta bu nedenle geçmişimizde bizde kendilerine evimizi açmış idik . Dünya tarihinde bazı topluluklar bazı dönemlerde büyük katliam ve kayıplarla karşılaşmıştır bunu mebzul yaşayanlardan biri de bizim toplumumuzdur, Anayurdumuz Balkanları kaybımız, milyonlarca vatandaşımızın zulüm altında heba edilmiş olması, entelektüel yapımızı yitirmiş olmamız ve sair korkunç kayıplarımız keza büyük coğrafyanın kaybı ve gelen perişan göç topluluklar toplumumuzda uzun süreli  travma yaşatmış olmasına rağmen dünyaya karşı rövanşist, kindar tutum yerine yeni nesilleri huzur içinde yetiştirmeye çalışarak yolumuza bir şekilde devam ettik. Bu arada kendimiz için bazı hatalarımız olmuş olabilir, mesela Osmanlı nasıl halihazırdaki Devletimiz ile aynı Türk Devleti ise de biz sanki apayrı bir devletmiş gibi çok keskin çizgiler ile ayırdığımızdan felsefi devamlılığı pek umursamadığımızdan yakın geçmişte  İsrail Dışişleri Bakanı kendi ürettiğimiz tabir ile dönüp “ Osmanlı devri artık geçmiştir” diyebilmiştir.  Son olarak dile getirilen yeni Başkent iddiası uluslararası tepkilerin yanı sıra bilhassa bölge ile ilgili devletlerin pozisyonlarının da daha net hale gelmesini temin etmiş oldu. Şöyle ki; 13 Aralık’ta İstanbul’da düzenlenen, Türkiye’nin başkanlığını ve ev sahipliğini yaptığı İİT Olağanüstü Kudüs Zirve toplantısının akşamı Orta Avrupa’dan gelen önemli yorumlarda Suudi Arabistan’ın zahiri liderliğini kaybettiği, Şia mensuplarının tüm İslam nüfusunun sadece yüzde 15’ini teşkil etmesi nedeniyle İran’ın liderliğinin konu edilemeyeceği yanı sıra Türkiye’nin tarihi geçmişi ve yapısı dolayısıyla lider ülke konumunun barizleştiği belirtilmeye başlandı…  

Zaten Atlantik ötesi bazı düşünce kuruluşlarının güney kuşağı olarak adlandırdığı ve potansiyel müttefik olarak gördüğü kesimin İsrail sorununa mutedil yaklaşımı döneminin sona yaklaşmakta olduğu söylenilebilir. Bu uzun dönemde en çok zarar gören ise tabii ki güney kesiminin Filistin topraklarında yaşayan soydaşları olmuştur. Ümit ederiz ki bundan böyle daha olumlu başka bir safhaya geçilebilir ve de hep daha da büyümek isteyen ve ilgili projeksiyonları durmaksızın Fırat havzasına kadar geliştiren İsrail yönetimi “Başarı peşinde koşmak ve bununla beraber gelen sürekli huzursuzluğa karşın, sakin ve alçak gönüllü bir yaşantı daha fazla mutluluk getirecektir.” Albert Einstein’in bambaşka bir sebeple 1922’de düştüğü not benzeri akil düşünceye günün birinde ulaşır…