TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN BEKA SORUNU

Tarık ÇELENK 29 Eki 2020

Tarık ÇELENK
Tüm Yazıları
Daha küçükken yaşıma göre ileri seviyede okuduğum Osmanlı tarihi, romanları ve padişahlara duyduğum hayranlığı henüz milliyetçilik ile irtibatlandıramamıştım.

MİLLİYETÇİLİK İLE TANIŞIYORUM 

On üç yaşımdaydım. Kuzenim Abdullah ile birlikte kendime bir saat ve fotoğraf makinası alacaktım. Beğendiğim makinayı ve saatleri alamamıştım. Zira Abdullah’ın fikrini sorduğumda; Abdullah bana “milliyetçiyim ben, yabancı marka almam demişti”. Ancak ne yazık ki yerli bir fotoğraf makinasını ve saati hiçbir zaman bulamayacaktım. Bu benim milliyetçilik ile ilk tanışmamdı.

Daha küçükken yaşıma göre ileri seviyede okuduğum Osmanlı tarihi, romanları ve padişahlara duyduğum hayranlığı henüz milliyetçilik ile irtibatlandıramamıştım. Belki müptelası olduğumuz Tarkan ve Karaoğlan çizgi romanları, Mete Han ve Dede Korkut hikayeleri milliyetçiliğe daha yakın bir çağrışım yaptırıyordu.

İlkokul ve ortaokulda hocalarımızın padişahları önemsememeleri ve özellikle Abdülhamit’i eleştirmeleri beni rahatsız ediyordu. 1974 Kıbrıs harekatının duygu yoğunluğu beni merhum Ecevit sempatizanlığı doğrultusunda halkçı değil, birikimlerim doğrultusunda artık milliyetçi yapmıştı.

Artık huzur içinde coğrafi atlasıma tüm Türklerin birliğine veya Osmanlı coğrafyasının ihyasına yönelik, renkli kalemlerimle siyasi sınırları çizebiliyordum. Solcular, komünistler bizim için Rus işgali amacının öncü temsilcileriydi. İronik olarak, arada bir bunları zihin dünyamda teyit edercesine, Haydarpaşa lisesindeyken devrimci gençlerin bizim ile TRT’de Kırımlı Mustafa Cemiloğlu’nun hapse atılması haberini yayınlamalarından dolayı sert tartışmalara girdiklerine de şahit olmuyor değildim (!)

MİLLİYETÇİLİĞİ NASIL ANLADIĞIMIZA DAİR

Günümüzde ise dünya çapında bilimsel prestiji olan, Türk dilini savunan merhum Oktay Sinanoğlu da Iphone üzerinde zıplayarak ABD’yi protesto edenler de Batı Anadolu’da Kürt mevsimlik işçilerin ana dillerini kullanmasından rahatsız olan bir kısım insanlar da kendilerini Türk milliyetçisi olarak tanımlıyorlar.

Türk milliyetçiliği fikri ve eylemini ortaya koyan başta Nihal Atsız ve Alpaslan Türkeş dahil, birçok insan özellikle, 12 Eylül darbesi de olmak üzere gadre uğramış, ancak fikirleri her zaman devletin güvenlik bürokrasisinde itibar görmüştür. Bugünkü Türkiye’de Türk milliyetçiliğinin güvenlik-beka doktrini ve kendi çekirdek siyasi kadroları, ekonomi yönetimi dışında temel belirleyicilerdir.

12 Eylül mağduru ülkücü bir yazar arkadaşım Türk milliyetçi siyasi hareketinin kaygıya endeksli olduğunu, bir iç veya dış tehdit algılandığında koruyucu adrenalin hormonu salgılamak gibi koruma refleksli bir duygu durumu olduğunu söylüyordu.

Milliyetçi camianın çok az da olsa İslamcı harekete göre entelektüel yetiştirme kapasitesinin yüksek olduğunu düşünenlerdenim. Tabi ki siyasi bir beklenti olanların dışında. Buna, İslamcı camianın ötesinde milliyetçi camiada etkin bir mahalle baskısının olduğunu da hatırlatıp ilave etmek isterim.

Merhum Durmuş Hocaoğlu ender entelektüel filozoflardan biriydi. Hocaoğlu Türkiye’nin bekası için demokrasinin ne kadar önemli olduğunu idrak etmiş bir milliyetçi aydındı. Bize devamlı “Gece yarısı birileri tarafından kapınız çalıp sorgusuz sualsiz nezarete götürülmüyorsanız, orada demokrasi ve gerçek devlet vardır. Bunun değerini bilmelisiniz” derdi

Hocaoğlu ayrıca Türklüğün bin yılı aşkın tarihteki öznel önemini ve devlet kurma kapasitesini de sıklıkla belirtirdi. Ona göre Türkler bugün de dahil olmak üzere her zaman kurucu çekirdek unsur olmuşlardır. Bunun içinde kan ve kılıç bedeli ödemişlerdir. ABD’nin kurucu unsuru nasıl Beyaz, Anglosakson ve Protestan ise Türkiye’nin kurucu unsuru Türk, Sünni ve Hanefi idi. Bu arada Kurucu unsurun diğer etnik unsurlara fedakârca hizmet etmesi gerektiğini de dolaylı ifade ederdi.

Hocaoğlu’na göre gemiyi (beka sorunu) hiç terk etmeyip bedeli ödeyecek olan da gene de “kurucu unsurdur”. Durmuş Hocaoğlu, İbni Haldun’un “Asabiye” kavramına nazire yaparcasına, Batı’daki ulusçuluk tanımından farklı olarak Türklerin tarihsel yolculuğunda milliyetçiliğin hep var olduğunu ve olacağını ifade ederdi.

Türklük denince Fuat Köprülü’den başlayıp bugünlere, yani Osman Bostanlara uzanan yorum ve çizgi hep bana daha sıcak gelmiştir. Türklük bir temiz pınar gibidir. Orta Asya’dan Avrupa ve Afrika içlerine kolonizatör Türk dervişlerin göçünden tutun da düzen kurmaya kadar gerçekleşen bir akarsu ve sel gibidir. Bir bakıma, geçtiği her kültür ve coğrafyadan minerallerle zenginleşen ve kapsayıcı olan Akdeniz’den, Kızıldeniz’e dökülen bir akarsudur, Türklük.

Türk milliyetçiliğinin inşa edici ve entelektüel karakteri için Kazan Türklerini Yusuf Akçura, Gaspıralı İsmail ve Abdülreşid İbrahim beyleri hatırlamak gerekir. Bir teze göre, Kazan’daki Türk aydınlar burjuva sınıfına hakimdiler ve ticareti yönetebiliyorlardı. Orta Asya Türklerine ulaşabilmeleri için Rusçaya karşı Türkçenin hâkim olması gerekiyordu. Daha kapsayıcıydılar, dil, fikir ve ticaretteki birliği savunuyorlardı.

O zamandan bugünlere Macaristan’a kadar ulaşan ve Lenin’i dahi Sovyetik sistem fikrinde etkilemiş olan “Turan” düşüncesinin temelleri de o zamanlar atılmıştı.

Yarın: TAŞRA MİLLİYETÇİLİĞİ