TÜRK SİYASETİNİN OSMANLI'DAKİ KÖKLERİ

Prof. Dr. D. Murat DEMİRÖZ
Tüm Yazıları
Bugün yazılı ve görsel medyaya yansıyan tartışmalar aslında yeni tartışmalar değildir. Kökeni Sultan III. Selim zamanına kadar uzanan bu tartışmalar, aslında, "Nasıl olur da vatanı ve milleti bir arada tutarız? Ne yapalım ki, devletimiz uluslararası baskılara karşı dirençli olsun ve yıkılmasın?" sorularına aranan cevaplar etrafında gerçekleşiyordu. Tıpkı bugün olduğu gibi…

İmparatorluğun son günlerinde, devletin yıkılmasını önlemek için karşımıza çıkan üç temel görüş bulunmaktaydı: Türkçülük, İslamcılık ve Batıcılık. O dönemde bazı yazarlar bu görüşlerden birinin bayraktarlığını yaparken, bazı yazarlar da bu görüşlerin bir sentezini ortaya atmaya çalışmaktaydılar: Örneğin, “Türkleşmek, İslamlaşmak ve Avrupalılaşmak” yazarı Hüseyinzade Ali, “Türk milletindenim, İslam ümmetindenim, Garp medeniyetindenim!” sözlerini şiar edinen Ziya Gökalp gibi… O dönemde devletin resmi görüşü ise Osmanlıcılık’tı. İsterseniz Osmanlı’nın son döneminde ortaya çıkan bu görüşleri kısaca özetleyeyim:

İslamcılık: Genelde İslam Alemi’nin özelde Türkiye’nin geri kalmasının sebebi İslam Dininin esaslarından uzaklaşmamız, toplumun örgütlenmesinde ve devlet idaresinde Kur’an ve Sünnet-i Nebevî’de bildirilen ilkelerin ve amir hükümlerin gözetilmemesi, halkın din olarak bildiği İslam dışı hurafelerin halkı geri bıraktırdığı, Mutlakiyet rejiminin (ki burada dönem Abdülhamid Han dönemiydi ve çoğu İslamcı Mutlakiyet yerine İstibdat kavramını kullanırdı, DMD) devletin zayıflamasına ve milletin fakirleşmesine yol açtığını savunmaktaydılar. Problemlerin çözümü olarak Batı tipi okulların ve eğitim müesseselerinin açılmasını, parlamenter Meşruti rejime geçilip Mutlakiyet’in sonlandırılmasını, halkın sahih İslam’dan uzaklaşmasına ve hurafelere kapılarak yozlaşmasına neden olan geleneksel cemaat yapılarının tasfiyesini ve bütün İslam Ümmetinin güç birliği ederek İslam Birliği idealinin gerçekleştirilmesini savunurlardı. Genel sloganları “Batı'nın ilmini, fennini ve sanatını alalım ama kültürümüz ve maneviyatımızı koruyalım.”, idi.

Türkçülük: Çok uluslu bir imparatorluk olan Osmanlı Devleti’nde bütün diğer unsurlar milliyetçilik yaparken, kendi milli devletlerini kurmak isterken Türklerin kendi milli kimliklerinden bihaber olduğu ve devletin de bilerek halkı milli bilinçten uzaklaştırdığı eleştirilerini yaptıktan sonra, Türkçüler, devletin hakim unsuru olan Türklerin milli kimliğini öne çıkarması gerektiğini, dünyadaki diğer Türklerle kültürel ve iktisadi ilişkiye girilmesini ve sonunda da bütün Türklerin tek bir devlet altında birleşmesi gerektiğini, dünya Türklerinin ortak bir yazı dili ve alfabe ile iletişim kurması sağlanıp Türk halkları arasındaki lehçe farklarının en aza indirilmesi gerektiğini, Mutlakiyet yerine parlamenter Meşrutiyet rejiminin ikame edilmesini, Batı’nın ilminin ve fenninin aynen alınıp sanatının da Türk Kültürüne uyarlanmasını, dilin sadeleştirilip Arapça ve Farsça kelimelerden arındırılmasını savunurlardı. Türkçülük akımı, özellikle Rusya’daki esir Türkler arasında doğmuş ve o kanaldan Osmanlı toplumuna ulaşmıştı.  

Batıcılık: Batıcılara göre Osmanlı’nın geri kalmasının sebebi genelde din özelde de İslam Dininin kendisidir. Yine onlara göre, o dönemde mevcut olan yaşam tarzı, gelenek ve töreler, aile yapısı ve diğer Türk Kültürü’ne ve İslam’a ait ne kadar öge varsa geri kalmanın yegane temelidir. Batıcılara göre ilerlemenin tek çaresi “milli ve yerli” tabir edilen değerlerden arınıp, evrensel değerler olarak kabul ettikleri Batı kültür ve medeniyet dairesine girmek, mümkünse Fransız ihtilali benzeri bir ihtilalle padişahlık rejimini sonlandırmak, pozitivist bir kültür ve eğitim politikası uygulamak, kılık kıyafetten alfabeye kadar gündelik yaşam kalıplarının tamamını Batı standartlarına göre değiştirmek, sadece Batı’nın ilmini fennini değil ama aynı zamanda kimlik değerlerini ve kültürünü de almak gereklidir.

Osmanlıcılık: II. Mahmut’tan itibaren Osmanlı Devleti’nin resmî ideolojisi Osmanlıcılık olmuştur. Yukarıda bahsedilen üç siyasi akımın da karşı olduğu ve devletin başına kim gelirse gelsin ufak nüanslarla uyguladığı siyasi bakış açısı Osmanlıcılık’tır. (Sultan Mahmud’dan İttihat ve Terakki yönetimine kadar Osmanlıcık ideolojisi bütün iktidarlar tarafından savunulmuştur.) Aslında Osmanlıcılık politikası çok uluslu bir imparatorluğu, 19’uncu asır ulus devletlerinden birine dönüştürmek amacıyla uygulanmıştı. Bu teoriye uygundur: Millet devleti kurmaz, devlet milleti oluşturur. Buna göre, Osmanlı Devleti vatandaşı olan herkes Osmanlı’dır. Din, mezhep, ırk ayrımı güdülmez. Hükümdar da dahil olmak üzere herkes kanun karşısında eşittir ve kimseye imtiyaz uygulanmaz. Vakayi Hayriye’den itibaren devletin kurumları merkezi bir ulus devletin kurumlarına dönüştürülmüş, modern okullar açılmış, o zaman için modern sayılabilecek Mecelle yazılmış, milli ordu kurulmuştur. Ama çağ milliyetçilikler, emperyalizm ve kapitalizm çağıdır. Sanayileşme ve şehirli burjuva sınıfı olmadan, suni bir şekilde tanımlanmış bir ulus kavramı ve bu ulusu oluşturan merkezi devlet kurumunun yaşam bulması çok zordu. Nitekim başarısız olmuşlardır.

Bu üç siyasi akımın ayrıldıkları temel nokta Türk toplumunun kimliği ve aidiyeti hakkındadır. Medeni ve gelişmiş ülkelerde kimlikler siyasi düşünceyi belirleyen ana kıstaslar olamaz. Demokrasi bu şekilde çalışmaz. Ama demokrasiyi oluşturan ana toplumsal ve iktisadi tekamül süreçlerinin yaşamamış toplumlarda, maalesef, siyaset kimlik ögeleri etrafında şekillenmektedir.

Ayrılıklarına rağmen bu üç siyasi düşünceyi savunanların ortak oldukları noktalar ise Batı’nın ilim ve fennini almak yani modernleşmek ve Abdülhamid Han’ın Mutlakiyet yönetimine karşı olmaktır. Batının ilim ve fennini almak maddi bir zorunluluktu, onu bir tarafa bırakalım. Ancak Sultan Abdülhamid’e karşıtlıklarına gelince, bu üç siyasi düşünceyi savunanlar sadece Abdülhamid yönetimine değil, aynı zamanda Tanzimat Paşalarına, Sultan Aziz’e ve Sultan Mecid’e de karşıydılar. Yani, devletin resmi ideolojisi olan Osmanlıcılığa karşı idiler. İlk başta bu üç kesimin bir ittifakı olarak ortaya çıkan İttihat ve Terakki bile, zaman içinde Osmanlıcılığı benimsemiş ve tıpkı Abdülhamid Han gibi, bu üç kesimin de muhalefeti ile karşılaşmıştır. (Turancılık İttihat ve Terakki Fırkası’nın resmi görüşü hiçbir zaman olmamıştır, son dönemlerindeki çabalarıyla Enver Paşa, Ziya Gökalp ve bir avuç üyenin haricinde, DMD).  

Zaman içinde bu üç siyasi akım birbirleri ile sentezlenmişlerdir. Örneğin Türkçüler İslam’a karşı aldıkları tutuma göre iki ayrı gruba ayrılmıştır. Bugün ulusalcı olarak tabir edilen ve dini değerleri (en azından toplumsal örgütlenmede) göz ardı eden grupla kendilerini milliyetçi olarak tanımlayan ve İslami değerleri Türk kimliğinin belirleyici unsuru olarak kabul edenler gibi. Ulusalcılar, Türkçülüğün ve Batıcılığın evliliğinden doğmuşken, milliyetçiler Türkçülüğün ve İslamcılığın evliliğinin meyvesidir. Bugün kendini “liberal – sol”, “sol – demokrat” veya “liberal” olarak tanımlayanlar Batıcılığın farklı varisleridir. Bugünkü İslamcılara gelince… Osmanlı’nın son dönemindeki İslamcılar bugün neredeyse hiç kalmamıştır. Bugün kendi muarızları tarafından “İslamcı” olarak tanımlanan kesimler, Cumhuriyet dönemindeki sosyal ve iktisadi değişimin bir sonucu olarak ortaya çıkmışlardır. Dünyadaki İslamcılarla bir bağları yoktur. Türkiye’nin demokratik gelişim ve iktisadi kalkınma süreci içinde ortaya çıkmış nev-i şahsına münhasır sınıfsal bir harekettir. İslamcıların içinde Türk milliyetçiliği farklı tonlarla yer almakta, küçük kasaba aidiyeti ve hemşehricilik önem kazanmaktadır. Aslında bu kesimler İslamcı değil ama Türkiye’ye özgü bir orta sınıf – merkez sağ siyasetin kitlesini oluşturmaktadırlar.

Devamı pazartesiye kalsın…