TÜRKİYE'DE DERGÂHLAR VE SİVİL TOPLUMA KATKILARI

Doç. Dr. Can CEYLAN
Tüm Yazıları
Yazımıza "Türkiye'de dergâhların yeri var mı ve neden?" sorusuyla ve bu sorunun cevabıyla başlayalım: Evet, var; çünkü kapatıldıklarında kapanmayı hiç de hak etmeyen dergâhlar, günümüz Türkiyesi'nde kapalı kalmayı da hiç hak etmiyorlar.

Yazımıza “Türkiye’de dergâhların yeri var mı ve neden?” sorusuyla ve bu sorunun cevabıyla başlayalım: Evet, var; çünkü kapatıldıklarında kapanmayı hiç de hak etmeyen dergâhlar, günümüz Türkiyesi’nde kapalı kalmayı da hiç hak etmiyorlar. Sorunun cevâbı bu kadar kısa ve net olmasına rağmen, bunun sebebi değil bir cümleye, bu yazının sınırlarına sığmayacak kadar uzun ve derindir. Ama biz yine de dilimiz döndüğünce ve kalemimiz yazdığınca izah etmeye çalışalım.

Dergâhların Türkiye’de yeri olduğunu ve açılması gerektiğini açıklamaya, konuyu tersinden başlayalım ve dergâhların neden ve nasıl kapatıldığını ele alalım. Dergâhlar 1925 tarih ve 677 sayılı kanunla kapatılmış olmalarının ötesinde, bu târih ve kânundan önce “kapanmıştı”. Yâni kânunla resmen yapılan bu kapatılma işlemi gerçekleşmeden önce, dergâhların büyük bir bölümü fiilen olmasa da işlevsel olarak kendi kendilerini kapatmışlardı. Başka bir deyişle dergâhlar, toplum nezdindeki fonksiyonlarını yerine getirmiyorlardı. Ağaçların ayakta ölmesi gibi, hayâtiyetlerini kaybetmiş olan dergâhları kapatmış olan mezkûr kanun maddesi işi sâdece resmiyete dökmüş oldu. Elbette her zaman olduğu gibi kurunun yanında yaş da yandı ve toplumsal işlevini yerine getiren birçok dergâh da bu kıyımda mağdur oldu.

1925 Tarih ve 677 Sayılı Kânun

Bir tarafta Millî Mücâdele’ye lojistik destek sağlayan Üsküdar Özbekler Tekkesi gibi tekkeler ve cepheye giden Mevlevî, Rifâî, Kadirî ve daha birçok tarîkata müntesip dervişler varken; diğer tarafta halk arasında “miskinler tekkesi” olarak anılan, toplumun sırtında yük olan tekkeler vardı. 1925’te kapılarına kilit vurulduğunda İstanbul’daki sayıları 300’ü aşkın olan tekke ve dergâhların büyük bölümü zamânın şartlarının gereklerine uygun gelişmeleri gösteremedikleri için, genele teşmil etmek abartılı ve haksız olsa da, “ne işe yarıyor bu tekkeler” denmesine sebep olan bir durumdaydı.

Tasavvuf ve tarîkat karşıtı hâdiseler

Tasavvuf anlayışının kurumsal yapılanmaları olan tarîkatlar ve tarîkatların fizikî mekânları olan dergâhlara karşı alınan tavır ilk değildi. Târihte Kadızâde-Sivasî çatışması olarak bilinen olay, bunun en bâriz örneklerinin başında gelmektedir. 17. yüzyılda yaşanan bu olaydan önce, 15. yüzyılda İbn Ârabî’nin eseri Füsûl’ül Hikem’in ve 12. yüzyılda Gazâlî’nin İhyâü Ulûmi’d-Din adlı eserinin yakılması; daha da önce Bağdat’ta yaşanan Gulam Halil Olayı’nda birçok sûfînin katledilmesi bilinen başlıca tasavvuf karşıtı hâdiselerdir. Ancak Hallac-ı Mansur’un 922 yılında katledilmesi tasavvuf karşıtı tavrın mitleşmiş bir örneğidir.

Cumhuriyet ve tarîkatlar

Târihteki bu tasavvuf karşıtı hâdiseler, belli bir kişi ya da tarîkat ile sınırlı kalmış olmasına rağmen Cumhuriyet Türkiyesi’nde ise dergâhların kapatılması “çağdaşlaşma önündeki engel” kisvesi altında tartışılmış ve tüm tarîkatlara teşmil edilerek resmiyete dökülmüştür. Tekkelerin kapatılıp tarîkat faaliyetlerinin yasaklanmasını savunanların başında Ali Suavi, Yunus Nâdi, Kılıçzâde Hakkı Bey, Celâl Nuri İleri, Refik Koraltan, Mehmet Nuri Bey, Tunalı Hilmi gibi isimler gelmektedir. Bu isimler, dergâh ve tekkeleri “tembellik yuvası”, tasavvufî eserleri de “beyni vampir gibi kemiren kitaplar” olarak tanımlamakta ve tasavvufî faaliyetleri falcılık ve büyücülük ile aynı kefeye koyuyorlardı.

Başını İstanbul milletvekili Hamdullah Suphi Bey’in çektiği bir grup ise, târihte büyük hizmetlerde bulunmuş olan bu kurumların kapatılmak yerine, ıslah edilmesi gerektiğini savunmuştur. Ancak Mustafa Kemâl’in “Türkiye Cumhuriyeti şeyhlerin, dervişlerin ve tarîkat mensuplarının ülkesi olamaz” sözüyle ortaya koyduğu tavırla, İslâm târihinde bin yıllık bir geçmişi olan tarîkatların Türkiye Cumhuriyeti sınırları içindeki faaliyetleri kanunla yasaklanmış ve resmî olarak sona ermiştir.

Buraya kadar özetlemeye çalıştığımız süreç, meselenin zâhirî hâlini ortaya koymaktadır. Ancak tarîkat faaliyetlerinin yasaklanmasında ve dergâhların kapatılmasındaki bâtınî sebepleri ders alınması gereken sonuçlar olarak yorumlayanlar da olmuştur. Bu isimlere örnek olarak Kenan (Büyükaksoy) Rifâî verilebilir. Mutasavvıf kimliğinin yanı sıra Galatasaray Lisesi mezunu olan, il millî eğitim müdürlükleri ve Darüşşafaka Lisesi müdürlüğü yapmış biri olan Kenan Rifâî tekkeler kapatıldıktan bir süre sonra bir gün Bayezit Câmii’nde, Yenikapı Mevlevîhânesi’nin son şeyhi Bâki Efendi’yle karşılaşır. Ayaküstü sohbet ederlerken Bâki Efendi, tekkelerin kapatılmasından duyduğu üzüntü belirtmek için “Bir zamanlar nây-ı Mevlânâ ile demsâz idik. Şimdi olduk mâşaallah bir düdük” der. Bunun üzerine Kenan Rifâî şöyle cevap verir: “Neden düdük olalım? Neysek yine oyuz. Evvelce zâhir tekkesinde demsâz idik; şimdi gönül tekkesinde dilsâzız. Allah böyle istemiş, böyle yapmış. Mâdem ki ondan geliyor, hepsi hoş”.

Dergâhların yeniden açılması

Kenan Rifâî’nin bu ifâdeleri dergâhların yeniden açılması sebep ve şekillerine de ışık tutmaktadır. 1925 öncesi şartlarda kendilerini yenileyemedikleri için fizîken açık ama mânen kapalı ve âtıl olan dergâhların kapanmasının başlıca sebebi, tâli olan siyâsî sebeplerinin yanı sıra o günün toplumsal ihtiyaçlarına cevap verme konusundaki zâfiyetleridir. 1826’da Sultan II. Mahmud zamânında Yeniçeri Ocağı’nın kapatılmasının yan etkisi olarak Bektâşî tarîkatına ve tekkelerine yapılan müdahaleyi idrak edemeyen tasavvuf çevreleri, kendilerine çeki düzen verme ve aslî görevlerini icra etme konusundaki ihmâllerinin faturasını 1925’te kesilen hesapla ödemişlerdir. Devletin bu katı müdahalesine halkın tepki göstermemiş olması da düşünülmesi gereken bir diğer husustur.

Elbette ne kadar âtıl vaziyette olurlarsa olsunlar, toplum yapısı içinde büyük bir yeri olan tekke ve dergâhların kapatılması sosyal açıdan büyük bir boşluk yaratmıştır. Bu boşluğu doldurması için açılan Halk Evleri, tekkelerin aksine fazlasıyla siyâsî ortamlar hâline geldikleri için amacına ulaşamamıştır. 

Bu boşluğun doğurduğu en tehditkâr sorun, İslâm dininin sosyal hayatta yozlaşması ve menfaat çevrelerince suistimâl edilmesi şeklinde karşımızda durmaktadır. Bu sorun, o boşluğun doğurduğu bir sorundur.

Bir yandan böyle büyük ve âcil çözüm bekleyen sorunla karşı karşıya olmamız, diğer yandan da mânevî konulara olan ilgi ve alâkanın giderek artıyor olması, dergâhların hem sosyokültürel hem de siyâsî bir sorunsal olarak ele alınmasını zarurî hâle getirmektedir.

Türkiye’nin yeni dönemde sınırları dışındaki bölgesel coğrafyada oynamakta olduğu hem siyâsî hem de sosyokültürel rolde elini güçlendirecek olan dergâhların yeniden açılması, Alevîlik ve Bektâşîlik açılımıyla sınırlı kalmamalıdır. Zira aksi hâlde Bektâşîlik de diğer tarîkatların olmadığı bir tasavvufî ortamda kendini ifâde etme ve gerçekleştirme konusunda yalnız kalacaktır.

Sivil toplum anlayışı itibar kazanacaktır

21. Yüzyıl Türkiyesi’nin özellikle 16 Nisan sonrasında geçirmekte olduğu süreç kültürel, sosyal, dinî, siyâsî, coğrafi hatta ekonomik açıdan dergâhların yeniden açılması konusunun yasama organı seviyesinde tartışmaya açılmasını gerekli kılmaktadır.

Elbette 92 yıllık resmî kapalılık durumunun verdiği atâletin varlığı inkâr edilemez. Ancak bu atâleti hâlihazırda atmış olan tarîkatlar da yok değildir. Yâni kendi doğal hâliyle kapanma sürecine girmiş ve sonra da 1925’te resmen kapatılmış olan dergâhlar, mezkur kânunun iptâliyle açıldığında her şey kaldığı yerden devam etmeyecektir. Onca dergâh bu süre içinde bir daha açılmayacak şekilde târih olmuştur. Ancak önemli olan, doğal bir şekilde var olan tarîkat yapılanmalarına yapay şekilde müdahale edilmesinin somut ifadesi olan 677 sayılı kânun kaldırılıp bu yapılanmanın doğal bir süreçte yeniden canlanmasına imkân vermektir. Gerisi doğal süreçte kendini gösterecektir.

1925’ten günümüze kadar geçen doksan küsur yıllık kapalılık döneminde tarîkatların birçok becerisinin zayıflamadığını söylemek mümkün değildir. Uzun sakatlık süresi geçiren sporcunun hemen formunu yakalamamasına benzeyen bir durum söz konusudur. Ama “sahalara dönmek” ve yenilenerek “yeni” işlevini kazanmak için rehabilitasyon sürecine bir an önce girip antrenmanlara başlamalı yâni faal hâle gelmelidir. Bunun için de ön ve ilk şart kânun engelinin kaldırılmasıdır.

Yazının başındaki soruyu tekrarlamakta yarar var. Yeni dönemde Türkiye’de dergâhların yeri var mı, sorusunun cevabı “evet”tir. Artık tüm şartlar, günümüzde gayri resmî olarak devam eden tarîkat yapılanmalarının resmiyet kazanmasının zamânı geldiğini ve yasama organı seviyesinde ele alınması gerektiğini göstermektedir. Bu, ayrıca yukarıda belirttiğim yakışıksız yaftalamalarla itibarsızlaştırılan tarihî sivil toplum anlayışımıza da bir iade-i itibar sağlayacaktır.