TÜRKİYE'DE TOPLUMSAL SÜRDÜREBİLİRLİK VAR MI? - I

Prof. Dr. D. Murat DEMİRÖZ
Tüm Yazıları
Bugünkü ve bir sonraki yazımda Türkiye'de toplumsal sürdürülebilirliği aksatan problemler üzerinde duracağım.

21 Mart 2022 Pazartesi günkü yazımda toplumsal sürdürülebilirliği şöyle tanımlamıştım:

“Bir toplumsal yapının sürdürülebilir olması demek o toplumun ‘bütün toplumsal kurumları, üretim tarzı ve zihniyetinin toplumun geçmiş değerlerini koruyan ve ihtiyaca göre dönüştürebilen ve bugünkü ile gelecekteki kuşakların esenliğini arttırabilecek şekilde’ düzenlenmiş olmasıdır… Toplumsal sürdürülebilirliğin tanımında “esenlik” kavramı da önem arz etmektedir. TDK Sözlük’te ‘esenlik’ kavramı şu şekilde açıklanmaktadır: ‘Esen olma durumu, sağlık, afiyet, sıhhat, selamet, hastalık karşıtı…’ Bu tanım bireylere dair bir tanımdır. Bu tanımı toplumlara genişlettiğimizde, bütün bileşenleri ile toplumsal yapı bugünkü ve gelecekteki kuşaklar için daha fazla sağlık, güvenlik, refah ve huzur üretecek şekilde örgütlenmelidir”

Bugünkü ve bir sonraki yazımda Türkiye’de toplumsal sürdürülebilirliği aksatan problemler üzerinde duracağım. Bunu yaparken de, yukarıdaki tanıma bağlı kalacağım. Yine de, kısaca özetlemem gerekirse, Türkiye’de Tanzimat’tan beri milli aidiyet ve toplumsal süreklilikte bir kırılma yaşanmaktadır. Bunun üstüne yapısal iktisadi problem olan dış borca bağımlılık, değişen üretim tarzı ve toplum yapısına uygun kurumsal gelişme olmaması, çarpık şehirlileşme ve gelir dağılımı adaletsizliğini ekleyelim. Nihayetinde Türk toplumunun siyasi aidiyet olarak iki düşman mahalleye ayrılması da hepsinin üstüne tüy dikmektedir.

TOPLUMSAL SÜRDÜRÜLEBİLİRLİĞİN ÜÇ BİLEŞENİ

Bir toplumun yapısal temellerini oluşturan üç bileşen vardır: Üretim tarzı, kurumlar ve toplumsal zihniyet. Bir toplumun sürdürülebilir olması için bu bileşenlerin birbiriyle uyumlu olması ve bu bileşenler arasındaki ilişkilerin dünden bugüne ve bugünden yarına bir süreklilik arz etmesi gerekir. Bu yüzden toplumsal sürdürülebilirliğin üç temel bileşenini şu şekilde sıralayabiliriz: milli değerleri ayrıştırmayan bir toplumsal süreklilik, istikrarlı ve adil bir iktisadi büyüme ile kapsayıcı kurumlar.  

TOPLUMSAL SÜREKLİLİKTE KIRILMA VE KİMLİK ÇATIŞMASI

Bir toplumda değişimin sağlıklı olması için ilk önce iktisadi altyapı değişikliği sonrasında sosyal üst yapı değişikliğinin gelmesi gerekir. İktisadi altyapı değişimi üretim tarzında değişiklik demektir. Örneğin bir tarım toplumunun sanayileşmesi gibi. Sosyal üst yapı ise üretim tarzına bağlı olarak ortaya çıkan hayat tarzı ve toplumsal kurumlardır. Hayat tarzı ile kastedilen insanların tüketim kalıpları (neyi yiyip, neyi içtikleri, boş zaman faaliyetleri ve benzeri, DMD), bireyleri bir araya getiren sosyal ağların nitelik ve niceliği (dini topluluklar, spor ve sanat toplulukları, okul ve iş çevresi, geniş aile ve hemşerilik bağları ve benzeri, DMD) ve gelenek ve dini nassları da içeren kültürel ve toplumsal değerlerdir. Kurumlar ise toplumun hayat tarzının örgütlendiği, toplumsal kuralları üreten ve uygulayan yapılardır. Kurumların en önemlisi devletin adli ve idari teşkilatı olmakla birlikte, özel alanda da aileler, firmalar, sendikalar, vakıflar ve siyasi partiler de toplumun üst yapısındaki önemli kurumlardır. Üst yapının değişimi her zaman daha yavaş gerçekleşir ve üretim altyapısındaki değişimin neden olduğu ihtiyaçlara göre şekillenir. Batı’nın kapitalistleşme ve sanayileşme hikâyesi bu kronolojik sıra ile gerçekleşmiştir: Önce sanayi toplumu oluşmuş, buna bağlı olarak zaman içinde tüketim kalıpları değişmiş ve en sonunda da başta devlet teşkilatı olmak üzere kurumlar tekamül etmiştir. Eğer iktisadi altyapı değişimi tamamlanmadan veya iktisadi alt yapı değişimi başlamadan önce sosyal üst yapı değişimi gerçekleşirse bu toplumun ihtiyaçları dışında bir müdahaleyle gerçekleşir: Kültür devrimleri, kılık – kıyafet ve dil devrimleri gibi. Genelde bu tarz değişimler bir grup entelektüelin başı çektiği ve devlet gücünü kullanılmasıyla gerçekleşen cebri değişimlerdir. Bu durumda toplumun mevcut iktisadi altyapısının ihtiyaç duyduğu yaşam tarzı ve kurumlar ortadan kaldırılırken, yerine gelen yeni yaşam tarzı ve kurumlar mevcut iktisadi yapıyla çatışma içine girer. Sonuç toplumsal sürekliliğin kırılması ve toplumun bir kimlik krizine girmesidir.

Türkiye’de Sultan III. Selim’le başlayan II. Mahmut ve Tanzimat dönemlerinde devam eden ve Cumhuriyet döneminde tamamlanan Batılılaşma süreci Batı’dakinin tersine iktisadi altyapı değişimi tamamlanmadan sosyal üst yapıda cebri değişimler şeklinde olmuştur. Bugün hal-i hazırda seküler ve dindar, laik ve dinci, kasabalı ve şehirli ayrımına dayanan siyasi çatışmaların temelinde önemli ölçüde bu sıralaması bozulmuş ve cebri Batılılaşma sürecinin etkileri vardır. İkinci kırılma Türkiye’nin NATO’ya girişiyle olmuştur. Toplumsal kurumlar ki, başında devlet teşkilatı gelir, Türkiye’nin iktisadi ve sosyal ihtiyaçlarına göre değil ama içine girdiğimiz NATO ittifakının (dolayısıyla ABD’nin) askeri - jeopolitik ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlenmiştir. Devlet teşkilatı dışında, fikir kulüpleri, sendikalar, öğrenci dernekleri ve hatta dini kurumlar da ABD’nin talepleri ve stratejisine uygun hale getirildi. Bu da hem iktisadi alt yapı ihtiyaçları hem de tüketim tarzıyla uyumsuz kurumlar oluşmasına neden oldu. Örneğin topluma kapsayıcı bir manevi önderlik yapması gereken dini kurumlar komünist avına çıktı. Kendini yerli ve milli ilan eden sağ iktidarlar, dışa bağımlı yapıyı ve dış borca dayalı ekonomiyi değiştireceklerine bu yapıyı daha da pekiştirdiler. Üçüncü kırılma ise küreselleşme ile geldi. Küreselleşme neredeyse sınırsız iletişim imkânları, hızlı ve hacimli finansman kolaylıklarıyla birlikte bütün dünyada bireylerin kendi toplum ve devletlerine aidiyetlerini sarsan, tüketimi ve bireyciliği teşvik eden bir süreç oldu. Ancak, özellikle gelişmekte olan ülkelerde, küreselleşme milli kimliğin çözülmesine ve toplumun dışa bağımlılığının artmasına daha kuvvetli bir şekilde etki etti. Bu üç üst yapı kırılmasından ilki devlet politikası, ikinci girilen askeri ittifakın dış dayatması üçüncüsü de bizim üretmediğimiz ve sahibi olmadığımız yeni yüksek teknolojili üretim tarzının tüketim kalıplarımızı ve toplumsal zihniyetimizi değiştirmesi ile gerçekleşti. Sonuçta 150 yılı aşan bir süreçte milli kimliğimiz ve toplumsal değerlerimiz aşındı, toplum birbirini neredeyse düşman olarak gören kamplara ayrıldı.

“Pekiyi Hocam, toplumsal sürdürülebilirlik sadece bu üst yapıdaki kırılmalardan mı etkilendi? Hiç mi ekonomik problemlerin etkisi yok, ya da kurumlarımız çok iyiydi de, küreselleşmenin etkisiyle mi bu kurumlar bozuldu?”  Tabii, bu soruya cevap verirken, unutmamamız gereken önemli bir nokta var: Sağlıklı toplumsal değişimde öncelik sıralaması üretim tarzındaki değişime birinci yeri verse de, iktisadi alt yapı ve sosyal üst yapı sürekli etkileşim halindedirler. Örneğin Türkiye’nin yaşadığı yukarıda saydığım üç üst yapı kırılması iktisadi kalkınma sürecini de etkilemiş, bugün sonuçlarını düzenli aralıklarla gerçekleşen krizlerle gördüğümüz istikrarsız büyüme sürecini de kuvvetlendirmiştir. Ama sorunun cevabına gelirsek şunu dememiz gerekir: Evet, toplumsal sürdürülebilirlik için diğer iki temel problem istikrarsız büyüme süreci ve zaman içinde – özellikle son yirmi yılda- kurumların kapsayıcılığının aşınması ve azalması olmuştur. Bunları da Pazartesi anlatırız.