Vakıf Katılım web

ÜNİVERSİTELERİMİZ ŞU İŞE YARIYOR AMA!

Doç. Dr. Can CEYLAN
Tüm Yazıları
Bir zamanlar üniversite okumak için bir kaç büyük ile gelmek zorunda olunan ülkemizde, hem devlet hem de vakıf üniversitelerinin sayısı çoğalınca kalite de kaçınılmaz olarak düştü.

Üniversiteler birçok açıdan toplumun gündemini meşgûl edebiliyor. Çabuk unutuldu ama yakın bir geçmişe kadar devlet üniversitelerinin paralı olması, özellikle "hoşafın yağı kesildi" tavrıyla eylem yapacak yer arayan tasmalı devrimci bozuntularının en sevdiği "üniversite sorunu" idi. Devlet üniversiteleri "parasız" hâle getirilince, bu tasmalıların oyuncakları ellerinden alındı. Şimdi ne olduğunu anlatmak için iki cümle kuramadıkları “özgür üniversite” için pankart yazıyorlar. Soruları FETÖ tarafından çalınan üniversite giriş sınavları da bir dönem gündemi meşgûl etmişti. "Her ilimize bir üniversite" uygulaması iktidârın propaganda konusu olurken, muhalefet o üniversitelerin "profesörsüz" olmasını, "tabela üniversitesi" olmasını eleştirdi.

Üniversitelerimiz gün geldi "YÖK kapatılsın" diye yapılan eylemler üzerinden kamuoyunu meşgûl ederken, gün geldi sayın Cumhurbaşkanımızın dâhil olmak zorunda kaldığı "doçentlik kanunu" ile gündemi meşgûl etti. Stadyuma "devrim" yazarak kendini devrimci zanneden ODTÜ gibi bâzı üniversiteler, mezuniyet törenlerde, ülkenin en "zeki" çocuklarının açtığı kimi hakaret içeren pankartlarla gündeme geldi. Bâzen de bu "bilim yuvaları", “dünyânın en iyi on üniversitesi arasına girdik şimdi başka ne yapalım” diye düşünüp başlattıkları "cinsiyetsiz tuvalet" uygulamaları ile gündemi meşgûl eden dolgu malzemesi olarak kullanıldılar.

Bir zamanlar üniversite okumak için bir kaç büyük ile gelmek zorunda olunan ülkemizde, hem devlet hem de vakıf üniversitelerinin sayısı çoğalınca kalite de kaçınılmaz olarak düştü.

Üniversitelerin gündemi meşgûl değil işgâl ettiği son konu, "atanan rektör" oldu. Bir sene okuyup mezun olamayanların kendilerini "Boğaziçili" kabul ettikleri bu üniversitemizden iki diploma (yüksek lisans ve doktora) alan biri, yürürlükteki kanunlar uyarınca rektör olarak atanınca işimiz gücümüz yine üniversite oldu. Son günlerdeki "üniversite gündemi" ise doçentlik için zorunlu tutulan yabancı dil puanı oldu. Yabancı dil ve İngilizce ile eğitimin vatan hâinliği sınırına yaklaşan bir gaflet olduğunu, bu köşede defalarca yazdığım için bu konuyu bu yazının sonundaki müstakil bölüme bırakıyorum.

İşsiz üniversite mezunları

Üniversite mezuniyeti "iyi bir iş" için "altın anahtar" zannedildiğinden dolayı, ortalık "üniversite mezunu işsizler" ile doldu. Okuma imkânı bulamamış olanlar kendilerini "Oxford vardı da biz mi okumadık" diye savundu.

Japonya gibi sanayileşmiş toplumlarda "gelişmişlik" ve "toplumdaki üniversite mezun oranı" arasındaki sebep-sonuç ilişkisi ülkemizde yanlış anlaşıldığı için, alfabe değişirse gelişiriz zannettiğimiz gibi, herkes üniversite mezunu olunca "gelişmiş" oluruz zannedildi. Ama Japonya’daki kitap okuma oranı ve günlük gazete tirajları hiç dikkate alınmadı.

Üniversitelere "meslek edinme" yerleri muamelesi yapılmaya başlayınca, üniversitelerin gerçek ve asıl işlevi de akamete uğratıldı.

Dünyânın önde gelen üniversitelerin mâlî yapıları dikkate alınmadı. Dahası, o üniversitelerin öğrenci kontenjanına, hoca başına düşen öğrenci sayısına, o üniversitelerde doktora yapma veya profesör olma şartlarına hiç bakılmadı. O üniversitelerde doçentlerin de beş yıl sonra otomatikman profesör olduğu zannediliyor. Ama profesör olanlar yeterli akademik çalışma yapmayınca unvanlarının ellerinde alındığı hiç konuşulmuyor. Dünyânın en iyi üniversitelerinin o seviyeye gökten zembille indiği zannediliyor.

Yeni açılan üniversiteler, kendi öğretim elemanını yetiştirme şartıyla açılmadığı için ya emekli olmuş hocaları ya da başka üniversitelerden görev yapan öğretim üyelerini kadrolarına katarak eğitime başladılar.

Bu sorun, en verimli yıllarını iş dünyâsında harcayarak dünyâlığını yapıp tuzunu kuruttuktan sonra "hoca olma sevdâsı"na kapılanlar, kapağı üniversiteye atınca çözülür zannedildi, ama artan öğrenci sayısı bu çözümü verimsiz kıldı.

Üniversiteler ne işe yarıyor peki?

Devlet ya da vakıf üniversitesi olsun, yatırım, fizikî donanım ve akademik kalite umut vâdedici olsa da, üniversitelerin birçok eleştirinin hedefinde olmasının dolaylı sebeplerinden biri, akademik işlev ile meslek edindirme işlevinin karıştırılmasıdır. Sürücü ehliyeti almak için zorunlu olan ilkokul diplomasının, sürücülük becerisi ile hiçbir alâkası olmaması gibi, üniversite diploması da iş sâhibi olmayı garanti etmemektedir. Ama bunca eksikliğe rağmen üniversitelerimizin şu işlevi hakkıyla yerine getirdiği söylenebilir: Bâzı öğrenciler, bilinçsizce girdikleri bölümleri, itip kakarak zar zor bitirebildiklerini bizzat tecrübe etmekte ve diploma alsalar bile, iş hayâtında fazla iddialı olmamaları gerektiğini öğrenmektedir. Bunu öğrenmek için dört yıl ve küçük bir servet harcamanın ekonomik açıdan savunulamayacak bir israf olduğunu da kabûl etmemiz gerekir. Neticede bu masraflar, âile bütçelerinden karşılansa da, millî ekonomiye karşılığı alınamayacak ölü bir yatırım şeklinde yük olmaktadır.

Ne kadar zengin olursa olsun, hiçbir ülke bu gereksiz harcamayı yapacak kadar zengin değildir. Kırılgan bir ekonomiye sâhip bir ülke olarak, böyle bir savurganlık ve müsriflik yaptığımızı akademik araştırmalarla açıklamak mümkün olsa da, bunu sokaktaki insana anlatıp ikna edecek hâle getirmek pek muhtemel gözükmemektedir.

Hodri meydan

Gelelim şu doçentlik kriteri olan yabancı dil puanı meselesine. Sanki üniversitelerimizin kalitesini arttırmak için en öncelikli çözüm, doçentlik ve doçentlerin yabancı dil yeterliliğiymiş gibi, doçentlik kriterlerindeki yabancı dil puanının arttırılması konusunda bâzı söylentiler dolaşıyor. Ben bu tartışmalara hiç girmeden konuya başka bir mecraya taşıyıp “yabancı dil sevdalıları”na şunu söylüyorum. Eğer akademisyenlerin yabancı dil yeterliği konusunda bu kadar ciddi ve samimi iseniz, gelin doçentlik için istenen yabancı dil sınavlarını sâdece test olarak yapmakla yetinmeyelim. Bu sınavın içine hem klâsik yazılı (kompozisyon ve çeviri) sınav, hem de sözlü sınav ekleyelim. Ak koyun kara koyun ortaya çıksın. Bakalım mesele, istenen puanı defâlarca sınava girip alarak, yabancı dilde kırıp dökerek konuşmak ve okuduğunu yarım yamalak anlamakla durumu idâre etmek mi, yoksa yabancı dil yeterliğini “dört beceri” (dinleme, okuma, konuşma, yazma) üzerinden kanıtlayıp gerçekten o yabancı dile hâkim olmak ve akademik seviyeyi yükseltmek mi? Buyrun, hodri meydan!