YAŞAMA SEVİNCİ

Dr. İlhami FINDIKÇI
Tüm Yazıları
Giderek duygusuz bir insan oluyorum.

*“Kendi özümü, yeteneğimi, öğrenemedim. Neyi sevdiğimi bilmiyorum, ne olmak istediğimi bilmiyorum, ne okumak istiyorum, bunu dahi bilmiyorum. Benim yaşımdaki insanlarla aramda uçurum var. Her konuda benden üstünler… Milyonlarca insan olmasına rağmen bu dünyada yalnız ve değersiz hissediyorum…

Giderek duygusuz bir insan oluyorum. Bir sevenim yok. Argo dilinde konuşmaya ve yalan söylemeye alışıyorum. Ben böyle biri değilim, kişiliğimden uzaklaşıyorum. Bir araba, bir ev için yıllarımı harcamak istemiyorum…”

*“29 yaşındayım, hayatımda isteyebileceğim her şeyim var. Ama derin bir mutsuzluk içindeyim. Babamın kocaman fabrikası, malikâne büyüklüğündeki evimiz, garajdaki arabalar, lüks restoranlarda geçen hayat… Hepsi batıyor bana. Babam ve annemle aynı evdeyiz ama görüşemiyoruz, zaten ikisinin arası bozuk… Dünya kadar para vererek bitirdiğim üniversiteden öğrendiğim tek şey, paranın değeri oldu… 

Şimdi ne yapacağımı bilmiyorum, boşluktayım ve yalnızım. Son zamanlarda içime çekildim, odamdan çıkmıyorum. Gitmediğimiz ünlü psikiyatrist kalmadı. Senin neyin eksik diye soruyorlar. Günlerce hastanede kaldım. Dışımdaki varlıklara odaklanmaktan içimdeki kocaman boşluğu göremiyorlar… Param için seviyorlar beni. Bu hayatta bir amacım yok ve sesimi duyuramıyorum… Ne yapmam gerektiğini bilmiyorum?...”

FERYATLAR AYNI

Bu ibretlik ifadelerden ilki, bir kargo şirketinde çalışan ve ömrünün baharında intihar eden 18 yaşında bir delikanlının, kendine kıymadan önce yazdığı not. İkinci ifade ise geçen yıl katıldığımız aile şirketleri konulu bir panel sonrasında gelen bir soruydu.

İki farklı yaşamdan yükselen feryatlar aynı. Hayatın anlamını yitirdiği, amaçların tükendiği, boşlukta hissedilen ve mutsuzluğun hâkim olduğu bir duygu durumu. Hayatın manasından uzaklaştığımız, yolumuzu yitirdiğimiz, çıkış bulamadığımız, maddi değerlerin bizi tükettiği, manadan uzaklaştığımız bir arayış hali. Ve nihayet yalnızlığın, değersizliğin, duygusuzluğun hüküm sürdüğü ve yaşama sevincinin yerlerde süründüğü bir ruh hali.

Değerli dostlar, ne olur bazen hayatın günlük iniş çıkışlarının dışına çıkalım. Biraz ara verelim yaşama. Kendimize, aile üyelerimize, çevremize, topluma, dünyaya ve ötelerin ötesinedikkatli gözlerle bakalım. Bakmakla kalmayıp, baktığımızın içine girelim. İçeriden dışarıya ve dışarıdan içeriye nüfuz edelim. Bizi hayata bağlayan temel güçlerin neler olduğunu gözden geçirelim. Ve yaşama sevincinin neresinde olduğumuzun farkına varalım.

Bakın dünya insanının giderek yükselen feryadı; maddi varlığımızın altında ezilen ve gelişme alanı kısıtlanan duygu ve mana alanındaki varlığımızdan kaynaklanmaktadır. Günlük, geçici ve tekrar eden hazlarımızın tatmini gerekli ama yeterli değildir. Çünkü insan, bedeni ve ruh dünyasıyla bir bütündür. Herhangi bir canlıdan insan olma mertebesine erişebilmek için anlık hazları aşıp kalıcı duygusal hazlara ulaşmamız, kalıcı eserler üretmemiz, kendi mana derinliklerimize doğru yol almamız, hayatın öncesi ve sonrasıyla barış içinde olmamız şarttır. Böylece, yalnızlığı aşar, kibir ve hırs hastalığından kurtulur, değerleri olan bir hayata kavuşuruz. 

DÜNYAYA SES VERENLER

Yeryüzündeki en eski yazılı eserler arasında gösterilen Gılgamış Destanı’nda anlatılan gerçek bugün de geçerlidir: İnsan, kendi manasından uzaklaştığında, korkusu ve saygısı azalır ve dostlarını yitirir. Hayal ve hakikatin iç içe geçtiği günümüz dijital çağında hayattan zevk alamayanlarımız çoğalıyorsa bizi yaşamla buluşturan bağları ve kendi derinliğimizi gözden geçirmek zorundayız. 

Feryadına kulak verdiğimiz gençler; günlük rutinleri dışında kendilerini ifade edebilecekleri bir uğraşa sahip olsaydı, konuşabilecekleri bir dostları olsaydı, bir enstrüman çalıp dünyaya kendi melodileriyle bir ses verebilselerdi, bir bilimsel araştırmanın müdavimi olabilselerdi, başkasına bir şeyler üretmenin peşinde koşabilselerdi, hayatın manasına dair bir okuma alışkanlıkları olabilseydi,  merhameti, adaleti, ahlakı daha fazla içselleştirebilselerdi… 

Ve nihayet gözlerini engin göklere çevirip yeryüzündeki varlıklarının farkına varıp kendi özleriyle buluşabilselerdi, varlığın ve yokluğun sahibi olan yüce ve aşkın bir gücün varlığına emanet olabilselerdi, yürüyen bir hazine olduklarını fark ederlerdi. Sevilselerdi, severlerdi ve yalnızlığın acısı yerine hayatın gerçek sevinci ile buluşurlardı. 

Tam da böyle bir zamanda anne-baba, aile, eğitim süreci, toplum ve devlet olarak özellikle gençler konusunda neleri kaçırdığımıza ve onların ruh hallerine odaklanmanın zamanıdır.

Kuşkusuz yukarıdaki örnekler, daralan y aşama sevincinin, bireyi nereye götürdüğünün sadece iki örneğidir. Gerçek yaşama sevinci için ciddi bir çabaya ihtiyaç olduğu, kendimizi bilme yolculuğunun zorunlu olduğu ve bu süreci destekleyecek yarenlere, dostlara ihtiyaç olduğu açıktır. Zira Hallacı Mansur’un ifadesiyle “Cehennem, acı çektiğimiz yer değil, acı çektiğimizi kimsenin bilmediği yerdir”