Öğrencilerin sınav çilesi bitmiyor, yıllardır nüfus ile eğitim kurumlarının arasındaki sayısal dengesizlik yüzünden öğrenciler sınavdan sınava koşan atletler oldu.
Bir dönem çok ciddi bir rant ekonomisi olan dershaneler vardı. Çok parası gitti ailelerin bu dershanelere. Seksenli yılların sonlarından iki bin onlu yıllara kadar aileler çok büyük servetler harcadı o dershanelere. Çocuklarını okutmak için aileler senetler imzalar sonra da canla başla çalışıp çocuklarının üniversite sınavlarını kazanmalarına katkıda bulunduğu iddia edilen o dershanelerin borçlarını öderlerdi. Çok kişi para kazandı bu dershane işinden, resmen bir burjuva sınıfı yaratıldı. Neyse ki Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan bu olaya el koydu ve dershaneleri kapattı. Bu aileleri çok ciddi bir maddi yükten kurtardığı gibi dershane ekonomisinin menfi sonuçları da ortadan kaldırıldı.
Bir Vakıf Üniversitesinin Yıllık Maliyeti Ortalama 30 Bin TL
Türkiye’de üniversiteye girmek çok sıkıntılı bir iş, geçtiğimiz hafta üniversiteye giriş için adayların ter döktüğü sınavlar yapıldı. Temmuz sonunda bu sınavların sonuçları açıklanacak ve Ağustos ayında tercih dönemi başlayacak. 2 milyon 100 bine yakın öğrencinin girdiği sınavların sonucunda öğrenciler elde ettikleri puanlarla bir üniversiteye kaydolmaya çalışacak. Tabii ki bu öğrencileri bekleyen kontenjanlar çok fazla değil, bu sınava giren öğrencilerin ortalama yarısı bir bölüme kaydolabilecek. Devlet üniversitelerinde eğitim ücretsizken vakıf üniversitelerinde eğitim ücretli, çok ciddi tarifeleri var.. Bir vakıf üniversitesinin dört yıllık bir bölümünün yıllık ücreti ortalama 30 bin Türk Lirası civarında. Meslek yüksek okulları ise daha ucuz, bazı üniversitelerde fiyat dört yıllık bölümlerin fiyatlarının yarısına kadar düşebiliyor. İşte bu noktada vakıf üniversitelerinin önemi devreye giriyor. Sosyal devlet politikalarıyla yönetilen devletlerde vakıf veya özel üniversite yani paralı eğitim veren üniversiteler yok. Orada tüm yük devlette. Ama kalabalık nüfuslara sahip ve Türkiye gibi liberal ekonomilerle yönetilen ülkelerde vakıf veya özel üniversiteler, üniversite adaylarına çok güzel bir alternatif sunabiliyor.
Öğrenci mi Müşteri mi?
Bu teoride çok güzel bir şey ama maalesef uygulamada iş öyle olmuyor. Vakıf üniversiteleri öğrencileri birer müşteri olarak görebiliyor ve onların eğitiminden çok onlardan nasıl para kazanacağının hesabını yapabiliyor. Uzun yıllardır vakıf üniversiteleri ile haşır neşir olan ve onları uzaktan takip eden biri olarak bazen vakıf üniversitelerinin çok acımasız birer kapitalist işletme gibi davrandığını görüyorum. “Burslu olarak öğrenci alıyoruz” diyen bazı vakıf üniversiteleri bile “burs” lafı ile öğrencileri kandırmaya çalıştığını ve onları birer meta haline dönüştürdüğünü görüyorum. Çoğu vakıf üniversitesinde eğitim gören öğrenciler bu üniversitelere girmiş olmaktan mutsuz, paramı vereyim diplomamı alayım şeklinde düşünenler ise (ki böyle düşünenlerin sayısı toplam öğrenci sayısının yüzde 70’ini oluşturduğundan eminim) çok mutlu.
Vakıf üniversiteleri çok ciddi öğretim üyesi sıkıntısı çekiyor, ortada nitelikli doçent ve profesör yok. Memleket yardımcı doçentlerle dolmuştu ki, Cumhurbaşkanı çok iyi bir şey yaparak bu “yardımcı doçentlik” unvanını ortadan kaldırarak Dr. Öğretim Üyesi’ne dönüştürüldü. Bu çok yerinde bir karardı ama yönetmeliğin devamında doçentlik sınavının kolaylaştırılması beraberinde çok ciddi tartışmalar da getirdi.
YÖK’ün Denetlemeleri Yetersiz
YÖK maalesef haklı olarak vakıf üniversitelerini tam anlamıyla denetleyemiyor. Yılda bir kez bir hafta ya da üç beş gün yapılan biçimsel denetleme maalesef yetersiz. Bu denetleme genelde bürokratik bir denetleme oluyor.
Türkiye’de üç türlü vakıf üniversitesi var. Birinci grupta gerçekten eğitimi hakkı ile veren vakıf üniversiteleri (sayısı onu geçmez), ikinci grupta bir şeyler yapmak için çabalayanlar, üçüncü grupta ise dershane mantığında çalışan ya da kapılarını herkese açan metrobüs vakıf üniversiteleri var. Bunlara benim metrobüs üniversite dememin nedeni her yerden, her türden öğrenciye kapılarını açması. Nitelik gözetmeden tek amacı öğrenci almak olan bu üniversiteler bir ticarethane gibi çalışıyorlar. YÖK, vakıf üniversitelerinin verdiği eğitimin kalitesini ve öğretim üyelerinin niteliğini maalesef denetleyemiyor. Böyle olunca Türkiye akademik anlamda hak ettiği noktaya gelemiyor. YÖK’ün vakıf üniversitelerine akademik puanlama sistemi getirmesi (biliyorum var diyeceksiniz ama bu göstermelik değil sert bir biçimde olmalı) ve yapılan akademik yayınlara göre bir başarı kota koyması gerekir, bu kotaları dolduramayan üniversitelerin eğitim izinleri iptal edilmeli.
Akademisyenleri adeta bir köle gibi kullanan sistemin önüne geçilmesi ve akademisyenlerin akademik yayın ve çalışma yapabilmesi konusunda yardım edilmesinin önünün açması gerekir. Bazı üniversitelerde akademik teşvik başlığı altında bir yardım fonu var, bunda devlet üniversiteleri daha şanslı, ama çoğu vakıf üniversitesinde öyle bir şey yok. Ya da sözde var ama uygulamada yok.
Para ile Doktor Olunur mu?
Vakıf üniversitelerinin bir diğer sıkıntısı da YÖK’ten aldıkları akademik bölüm açma hakkı. Daha doğru dürüst bir lisans eğitimi veremeyen çoğu vakıf üniversitesinin yüksek lisans ve doktora programları açması tam bir facia. Akademik eğitimin paralı olması çok ciddi bir handikap. Parayı verip lisans diplomasını alan öğrenci yine parayı verip bir yüksek lisans diploması alabiliyor, hatta doktor unvanını bile alabiliyor. Pek çok vakıf üniversitesi kendi üniversitelerinde lisans eğitimi alan öğrencilerine yüksek lisans ve doktora programlarında özel indirimler yapıyor. Ne de olsa müşteri hazır.
Düşünebiliyor musunuz, para veriyorsunuz ve bir anda doktor unvanını alıyorsunuz, sonrada bir vakıf üniversitesinde Dr. Öğretim Üyesi olarak akademisyen unvanı alıp ders veriyorsunuz. Böyle bir sistemde öğrenciler nasıl iyi bir eğitim alabilir? Ülke akademik anlamda nasıl gelişir. Daha bu konuların masaya yatırılıp çözülmesi gerekirken bir anda yeni doçentlik yasası çıktı ve akademik unvanların para ile alınmasının önü tamamen açıldı.
Ego şovlu Doçentlik Sınavlarından Yeni Doçentlik Sistemine
Türkiye’nin en önemli ve zor iki sınavı Tıp öğrencilerinin girdiği uzmanlık sınavı TUS ve doçent adaylarının girdiği UAK tarafından (Üniversiteler Arası Kurul) yönetilen doçentlik sınavı. Bu iki sınav adaylar için hayati önem taşıyan sınavlardır. Bu sınavları geçmek hayatta önemli bir virajı geçmek gibidir. Geçtiniz mi haklı bir gurur ve başarı elde etmiş olursunuz. Doçentlik sınavı geçmişte iki aşamalı yapılıyordu. İlk aşamada doçent adayının yaptığı tüm akademik yayınlar incelenir, bu yayınlar yeterli bulunduğunda ise ikinci aşamada sözlü bir yeterlilik sınavına girilirdi. Seksenli yıllarda ise doçent olmak için bir eserin üretilmesi ve onu tıpkı doktorada olduğu gibi savunulması ve sunulması gerekiyordu.
Bu sistem kaldırılınca, iki aşamalı bir sistem yaratıldı. Bu sistemde bazı akademisyenlerin egoları yüzünden doçentlik sözlü sınavlarında bazı suiistimaller oldu. Doçent adaylarının bilgi ve doçentlik yeterliliğinin denetlenmesi yerini akademisyenlerin ego şovlarına bıraktı. Bu ego şovlara ahbap çavuş ilişkileri de eklenince doçentlik sözlü sınavı ciddi anlamda bir kaosa döndü. Herkes bu sistemin düzeltilmesini beklerken yetkililer bu sistemin kökten değişmesi gerektiğine dair raporlar sundu ve doçentlik sınavında uygulanan sözlü sınav tamamen kaldırıldı.
Bu yeni sistem Türk akademik tarihinde yaşanan en önemli olay oldu. Yeni sisteme göre doçent adayı yaptığı akademik yayınları tıpkı önceden olduğu gibi UAK’a yollayarak yayınların yeterliliğini test ettiriyor. Eğer yayınları yeterli bulunursa UAK o doçent adayına “Doçentlik yeterlilik belgesi” veriyor ve onu sözlü sınava sokmadan doçent yapıyor. Buna halk dilinde “vur dedik öldürdün” denebilir. Doçentlik sınavının düzeltilmesinin gerekliliği kesindi, ancak sözlü sınavın reforme edilmesi gerekirken “pat” diye sözlü sınavın kaldırılması akademik unvanları basitleşmesinin önünü açtı. Bu karara akademik dünya karşı çıktı. Buna hem iktidar partisinin vekilleri hem de muhalefet partisinin vekilleri karşı çıktı. Konuştuğum sayısız akademisyen, YÖK’ün kendilerinden fikir aldığını ve herkesin “sözlü sınavın kalkmaması gerektiği” konusunda fikir verdiğini ama YÖK’ün onların bu fikrini dinlemediğinden yakındı. Yasa üzerinde fazla tartışmadan hemen çıkartıldı. Bunun üzerine bir anda sırada kuyruk bekleyen yüzlerce doktor doçent oldu.
Yeni Doçentlik Yasasının Zararları
Yeni doçentlik yasasına göre UAK, doçent adayına geçici doçentlik belgesi veriyor, sonrasında doçent adayı herhangi bir üniversiteye gidiyor ve üniversite “palavradan” oluşturduğu bir jüri ile hemen o kişinin atamasını yapıyor ve aday o üniversitenin doçenti oluyor. Bir anda akademik dünyanın en önemli diploması olan doçentlik diploması bakkaldan gazete almak kadar kolaylaşıyor.
Artık doçent olmak basitleşti çok kolaylaştı, ancak prestijini de kaybetmeye başladı. En önemlisi Türkiye’nin akademisyen kalitesinin düşmesi adına önemli bir adım atıldı. Neden mi? Bakın size ben örnekleri ile anlatayım
- Bir vakıf üniversitesinde yüksek lisans ve doktora yapan bir öğrenci, yazılı yayın kriterlerini yerine getirip, doçentlik yeterlilik sınavına girmeden UAK’tan “geçici doçent” belgesini alıp yine o vakıf üniversitesine gidip hemen doçent olarak atanabiliyor (ver parayı al diplomayı doçent ol)
- Vakıf üniversiteleri öğrenci (onların gözü ile müşteri) toplarken, kurumlarının reklamını yaptığında “bizim şu kadar doktor öğretim üyemiz var” diyeceğine “şu kadar doçentimiz var” diyor ve müşterisini etkiliyor. Artık yeni sistemde doktor olan herkes bir nevi doçent gibi pazarlanabiliyor. Üniversiteler “UAK’tan belgeyi getir hemen seni doçent yapayım” diyor.
- Yine sermayenin tutsağı olan bazı vakıf üniversiteleri olayı bir tık daha ileri götürüp, kendi ideolojilerinde olan akademisyenleri hemen doçent olarak atıyor ve iki kutba bölünmüş Türkiye’deki kutuplaşmanın akademik dünyada da gelişmesine neden olabiliyor. Bugün hepimiz biliyoruz ki muhalif öğretim üyelerinden oluşan onlarca üniversite var. Bunların doçentlik atamalarında tarafsız olmayacağını herkes biliyor. (Bu üniversite bizden o sizden muhabbetinin önü açılıyor)
- Farz edin ki bir üniversite mütevelli heyetindesiniz, yeni doçentlik sistemi ile doktor öğretim üyeleri sözlü sınava girmeden teker teker geçici doçentlik belgelerini alıyorlar ve size iş başvurusunda bulunuyorlar. Bir sürü doçent adayı kapınızda sizin onları üniversitenizde doçent olarak atamanızı bekliyor. Onlara, piyasada beş lira olan doçentlik maaşını “sana iş veririm, senin senatoda doçentlik atamanı yaparım ama sana 4 lira veririm” derseniz ne olacak? Bu hesapların yapılmaya başlandığını biliyor mu bu yasayı çıkaranlar? (Yani bence ucuza çalış senin atamanı yapayım hesabı)
- Çok eski değil, bir yıl öncesine kadar doçent olmanın çok ciddi bir prestiji vardı, şimdi son altı ayda muazzam bir hızla üniversitelerin içinde yer alan odaların kapılarındaki tabelalarda yazılı olan “Dr. Öğretim Üyesi” veya “Yardımcı Doçent” yazıları kaldırılıp hemen yerine “Doçent” yazılmaya başlandı. Neden mi? Çünkü doçent enflasyonu oluşmaya başladı bile.
Oluşan bu doçent enflasyonu yarın profesör enflasyonuna dönüşecek. Akademik camia nicel olarak belki büyüyecek ama nitel olarak büyüyemeyecek. Birde en önemlisi eski sistemde jüri sınavına girerek UAK’tan doçentlik diploması alan akademisyen bu unvanını ömür boyu, herhangi bir üniversitede çalışsa da çalışmasa da kullanabiliyordu. Ama yeni yasada iş öyle değil. Üniversite size doçentlik kadrosunu verdiği sürece o unvanı kullanabiliyorsunuz. Yani üniversiteye bağımlı oluyorsunuz. Türkiye’de devlet üniversitelerin kadro sayıları belli, vakıf üniversitelerinin ise sınırsız, diledikleri kadar kadro açabiliyorlar. Az önce de belirttiğim gibi vakıf üniversitelerin yüzde 70’si patronlarının ticari bakışı ile birer eğitim kurumu gibi değil birer kar amacı güden işletme gibi işletiliyor. Peki, bu doçent adaylarının bu sisteme teslim edilmesi onlara yapılan bir haksızlık değil mi? Belki ilk etapta bir kıyak gibi gözüküyor ama ilerde bunun kıyak değil akademisyenleri sermayenin tutsağı haline getiren bir zulüm olduğu görülecektir.
Dil Bilmeyen “Yeni Nesil” Doçentler Doğuyor
Bir diğer önemli unsurda yabancı dil için gerekli olan dil puanının yeni doçentlik yasasında kalkması. Bu ciddi bir intihardır. Bilim üretmek isteyen herkesin ana dilinin yanında en az bir de yabancı dil bilmesi gerekir. Yabancı dil bilmeden doçent olmak, hastanın nabzını dinlemeyi bilmeden ameliyat yapmak gibidir. Bu yeni nesil doçentler dünyayı nasıl takip edecek? Hayatta olmaz ama diyelim ki çok önemli bir akademik çalışmaya imza attılar bunu dünyaya nasıl anlatacaklar?
… Ve en önemlisi, Türkiye’nin nitelikli akademisyenlere ihtiyacı var. Türkiye’yi “milli ve yerli” anlamda temsil edecek kaliteli, eğitimli ve bilgili akademisyenlere ihtiyaç varken bu yeni doçentlik yasası önüne gelen herkesi doçent yaparak bu milli vizyona da zarar veriyor.
Bugün eminim bu yazıma çok kişi bozulacak, çünkü şu an alan memnun veren memnun, ama ileride, çok değil üç dört yıl sonra ortaya çıkacak doçent enflasyonunun hem akademik dünyaya hem de Türkiye’ye vereceği zarar ortaya çıkınca bugün bu yeni doçentlik sisteminin ne kadar hatalı bir sistem olduğu anlaşılacaktır. Yeni Türkiye’de milli ve yerli nitelikli akademisyenlerin ortaya çıkması hepimizin dileği bunun içinde bu meselenin 2023 Türkiye’sine uygun bir biçimde tekrar ele alınması 2023 Vizyonuna yürekten inanan biri olarak en büyük dileğim.