Taraftarın vefasızlığı
Tam bir hafta önce Salı gecesi oynanan Galatasaray-Dinamo Kiev maçının sonlarına doğru Kaleci Muslera’ya yönelik olarak başlayan ıslıklar ve protesto muhtemelen Muslera’nın ülkemize veda ederek Güney Amerika’ya dönmesine yol açacak sürecin ilk kıvılcımlarıydı. Aslında o maçta her ne kadar üç gol yediyse de bu goller kaleci hatasından yenilen goller olmaktan çok uzaktı.
Unutmayalım ki ne verilen bir geri pası ayağının altından kaçırdı, ne çıktığı hava topunu ıskaladı ne de uzaktan gelen bir şutu yumurtladı. Yenilen üç golde de en az onun kadar savunma oyuncularının da kabahati vardı. Zaten golü kaleci yemez, takım yer. Bu ortak sorumluluktur. Yediği hiç mi hatalı gol yok derseniz elbette vardır onun da yediği hatalı goller. Hangi kalecinin yok ki. Ama Muslera’nın bir ağırlığı var kalesinde, karşısına gol atmak için gelen her golcü biliyor ki Muslera’ya gol atmak o kadar kolay değil. Bire-birde dünyanın en nadide yeteneklerinden. Pozisyon almada, vuruş açılarını hesap ederek vücudunu uygun konumda tutma bakımından çok üst düzeyde tecrübeye sahip bir kaleci Muslera.
Her takım taraftarının keşke bizde olsa diyeceği bir kaleci. Son yıllarda yaşının getirdiği refleksif bir yavaşlama olsa da kendi akranları arasında dünyada sayılı yeteneklerden olmaya devam ediyor. İşte seyirci böyle bir adamı ıslıkladı geçen Salı gecesi. Yazıktır, günahtır. (Konya maçında tribünlerin bir kısmı özür mahiyetinde gönlünü almaya çalıştılar ama bakalım işe yarayacak mı?) Bizim Türk futbol izleyicisinin ve takım taraftarının genel profili son yirmi senede maalesef oldukça farklılaştı. Eskinin vefakar, cefakar profili gitti, yerine “vur, kır, parçala, bu maçı kazan” diyen bir karakter geldi tribünlere ve sosyal medya ortamlarına. Ne demek vurup, kırıp, parçalayıp bu maçı kazanmak?
Karşında rakip yok mu, rakibin eli armut mu topluyor, sen maça değil gladyatör dövüşüne mi geldin acaba? Fair Play, centilmenlik, saygı, sevgi, spor dostluk ve kardeşlik bunlar tedavülden kalktı mı? Endüstriyel futbolun taraftarı müşteriye çevirmesiyle başladı aslında bu süreç. Taraftarın “etinden ve sütünden” daha fazla istifade edilmesi gerektiğine hükmeden kapitalist sistem önce tribünlerdeki yarı-yarıya taraftar uygulamasını çıkardığı “kombine bilet” dümeniyle paraya tahvil edince ve takımların cebi daha sezon başlamadan peşin-peşin paraya kavuşunca ilk darbe vurulmuş oldu.
Sonra üretilen lisanslı formalar, atkılar vs. derken taraftarın cebinden hüüüp diye çekilebilecek ne kadar para varsa onun peşine düştü takımların marketing departmanları. Taraftar da bilinçli müşteri olarak “ben o kadar para veriyorum bu takıma verin bakalım benim paramın karşılığını” dedi haklı olarak. Renk aşkı, forma sevgisi, takımdaşlık falan gibi romantik kavramlar çıktı hayatımızdan “müşteri daima haklıdır” mottosu kaldı geriye.
İşte o müşteri de vefa nedir bilmeyen, futbolu mahallede boş arsada oynamamış, PES veya PS2 konsolunda saatler geçirmiş ergen irileri olunca Muslera bile ıslıklanır oldu günümüzde. Avrupa maçlarında üç takımımıza da üstün başarılar dileyerek bağlayalım yazıyı. Rast gelsin.