Türkiye'deki gelişmelerin tarihsel süreçten analizi -1
Düne bakarsak bugünü anlayabilir ve bugünü anlarsak yarın olabileceklerle ilgili daha doğru fikir elde ederiz. Osmanlı’nın tarih sahnesinden silinmesinden sonra dünyada bazı güç odakları belirdi. Bu güçler dönem dönem değişiklik gösterdi. Amerika tek süper güç olabilmek adına; bölgesel devletler, bölgesel süper güçler ve tarihi ivmeleri olan Türkiye gibi ülkeler için bazı planlamalar yaptı ve bu planlamalar şu dinamikler üzerinden tasarlandı:
Kültürel güç...
İletişim gücü...
Askeri güç...
Ekonomik güç...
Güvenlik ve istihbarat gücü...
Bu güçleri yönlendirecek kadrolar...
Cumhuriyetin geçmiş yüz yılına baktığımızda Türkiye ile ilgili kültürel ve iletişim gücü haricinde hiçbir gücün geliştirilmesine Amerika tarafından fırsat verilmediğini görürüz. Amerika, Osmanlı’nın sahip olduğu alanlarda yalnızca iletişim ve kültürel gibi yumuşak güç faaliyetlerini yönetmesine olanak sağladı. Ama ekonominin büyümesine, askeriyenin güçlenmesine, istihbaratın millileşmesine ve ona bağlı olarak uygun kadroların oluşturulmasına müsaade etmedi. Geride bıraktığımız son yüz yılda Türkiye, ekonomik yönden hiçbir zaman iyi bir seviye elde edemedi.
1923'ten 1938’e - 1938’ten 1950’li yılları arası Türkiye’nin acziyet dönemi olduğunu üzülerek ifade etmek gerekir. Bu dönemler; eğitim, askeri, istihbarat alanlarında Amerika’nın güdümünde olduğumuz dönemlerdi. 1962-1964 ve 1966-1971 arasında iki kez MİT müsteşarlığı yapan Fuat Doğu, 12 Eylül askeri darbesinden birkaç yıl sonra o sıralarda genç bir siyasetçi olan Selçuk Özdağ’a şu itirafta bulunmuştu:
“Ben MİT müsteşarlığı yapmadım, CIA’nın şube müdürlüğünü yaptım. Bir CIA yetkilisi gelse, beni Sinop’a götür dese onu oraya götürmekle memurum.”
MİT yıllar boyunca ABD’nin istihbarat teşkilatının güdümünde hareket etti. Neredeyse bir emir komuta zinciri kurulmuştu. Bu zincirin kırıldığına kanaat getirildiği noktada FETÖ devreye girdi ve MİT’i parsellemek için çabaladı, başına kendinden birini geçirmek için uğraştı.
1950’lerde Türk milliyeti bir uyanış yaşadı ve Türkiye’ye katma değer sağlayacak bir yönetim getirildi.
Çok partili hayata geçilmesiyle birlikte halkta karşılığı olan; Adnan Menderes, Turgut Özal, Süleyman Demirel ve Necmettin Erbakan gibi isimler belirli merhaleleri aştı ama darbe ve kumpaslarla Türkiye yine pasifize edildi. Türkiye’ye; “sen üretme, sen yapma, biz üretiriz, sen bizden satın alırsın!” denildi. 100 yıl geçti Türkiye halen bir marka çıkaramadı. Dünya çapında etkili bir üretim gerçekleştiremedi. Araç kaportası üretmekten, küçük teknoloji aletlerin terkibini yapmaktan ileri gidemedi. “Sen potansiyel bir iş gücü olarak yalnızca işine bak!” denildi. Turgut Özal döneminde kurulan Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) adeta bürokrat yetiştirme okulu gibi eğitim verdi. Mevcut hükümette Cumhurbaşkanı Yardımcısı olan Cevdet Yılmaz gibi birçok önemli isim DTP’de görev aldı.
*** Şunu net bir şekilde ifade etmek gerekir ki; Türkiye’nin en zayıf halinde bile geride bıraktığı bin yıllık sürecine baktığımızda süreklilik arz eden bir devlet aklı olduğunu ve bu devlet aklının kendine bir zaman tanıdığını görürüz. Zamanı geldiğinde o akıl; ‘dikleşmeden dik duran’ ve Türkiye’nin tüm eksiklerini bir bir tamamlayan Recep Tayyip Erdoğan gibi bir lider çıkardı. Bu lider ile birlikte Türkiye; askeri, istihbarat ve güvenlik gibi kadrolarda tartışmasız bir dünya gücü haline geldi. Dünden bugüne ülkede hemen hemen her gün meydana gelen sokak olayları artık yaşanmıyor. Dört tarafı savaşlarla yoğrulan Türkiye, küreselcilerin ve onların vekil güçlerinin alanlarını daralttı ve en önemlisi tüm bunlar olup biterken Türkiye güvenlik zafiyeti yaşamadı üstelik; 7/8 milyon bir göçmeni barındırmış olmasına rağmen... Gezi Parkı olayları, 15 Temmuz hain darbe girişimi, canlı bomba eylemleri, Covid19 küresel salgını ve 6 Şubat depreminde yıkılan 11 iline rağmen Türkiye ekonomik olarak çökmedi, zafiyete düşmedi. İşleyen devlet aklı çok yol katetti.
Nuri Kıllıgil, Nuri Demirağ’ın yok edildiği dönemleri hatırlayınız. Silah, Savunma Sanayi’ne büyük katkı sağlayan birçok isim suikastlerle ortadan kaldırıldı.
Ne acıdır ki; Nuri Demirağ’ın parçalanmış cesedi ancak küçük bir kutu içinde defnedildi. ABD’nin PKK’ya yardım ettiğini tespit eden ve bunu tutanağa geçiren isim Orgeneral Eşref Bitlis bir kış günü uçağının hala tam açıklanamayan nedenlerle düşmesi sonucu şehit olmuştu. Ardından ASELSAN intiharları(!) geldi. Erken uyarı sistemleri konusunda ulusal çıkarlarımız için çalışan ışıl ışıl, pırıl pırıl mühendisler yok edildi. Isparta’da düşen uçaktaki Prof. Engin Arik gibi bilim insanları Türkiye için yaşamsal önemdeki Toryum madeni (1 ton toryum = 1 milyon varil petrol) için çalışmaktaydılar. Ama yok edildiler.
*** Aslolan; böyle acılı süreçlerin ardından Türkiye’nin Avrupa tarihinin en büyük Savunma Sanayi firmasını satın alabilecek gücü elde etmiş olması... Ama ne yazık ki;
Savunma sanayiinin öncü şirketlerinden ROKETSAN’da yazılım mühendisi olarak görev yapan Yusuf Serdar Yücel, 3 Ocak 2025 tarihinde evinde ölü(!) bulundu.
Türkiye’nin sahip olduğu gücü hazmedemeyenler TUSAŞ saldırısı da dahil olmak üzere bugün yine hain tuzaklarını devreye sokuyor ama karşılarında bu defa sinen bir Türkiye yok, bilakis; bütün kadroları ve halk tabanıyla olumsuzluklara göğüs geren ve daha da azmeden bir Türkiye var.
Sömürgeci Batı’ya geçit yok
Türkiye geride bıraktığı süreçte kendi eksiklerini bir bir tamamlarken aynı zamanda küresel güçlerin de gücünü zayıflattı. Batılı ülkeler de; lider, ekonomik, askeri, siyasi, toplumsal bir gerileme yaşandı. Fransa’ya karşı Afrika’da büyük bir tepki alanı oluştu. Kimisi teröre karşı destek istediği Fransa’yı teröre destek vermekle, kimisi de “ülke iç işlerine karışmakla” suçladı. Batı Afrika ülkelerinde; Mali, Nijer Burkina Faso, Çad, Senegal ve Fildişi Sahillerinde Fransız ve batı askerleri kovuldu. Bu batılı devletler eski güçlerinde olsalardı emin olun bugün kovuldukları Afrika ülkelerinde kalabilmek için büyük katliamlar yapmaktan bir an bile geri durmazlardı. Bugün bu adımı atamıyorlarsa güçlerinin zayıflığındandır.