Teması koparmayalım
Hayat geçirgendir. Yalıtılmışlık, soyutlanmışlık toplum için bir felakettir. Son dönemlerde hepimizin de dikkatini çeken bir konu var. Yalnızlığı ve bireyselliği tercih etmek ve bundan keyif alıyor olduğunu ilan etmek. Tek başına bir kafede çayını yudumlamak kitabını okumak. Hayatı tek başına yaşayabilmenin erdemliğine övgüler düzmek. Ama bakıyoruz böyle yaşayanların sonu hiç de güzel bitmemiş. Yalnızlık, çaresizlik, psikolojik sorunlar ve çoğu zamanda cinnet ve intiharlarla sonuçlanan bir bitiş. Hatırlarım hep de söylerim Peyami Safa’nın Yalnızız kitabının hazin bireysel hayatların insanları birbirinden kopardığını, bitirdiğini. İnsanı tek başınalığa iten sebepler de yok değil. Haklı gösterebileceğimiz sebepler de sayabiliriz ama ne olursa olsun kopuşlar iyi değildir.
Toplumdan kopuk
Bu kovit salgınıyla birlikte insanları bir ekrana kilitleyerek sanal bir toplum kuramı oluşturma çabalarını son beş yılda iliklerimize kadar hissediyoruz. İnsanlar zaten haberleşiyorlar hem de hiç olmadığı kadar daha fazla ve daha yaygın kitlelerle. Ancak insan buna rağmen gitgide toplumdan daha fazla uzaklaşır oldu. Ekrana bakmak sanki her yerde olmanın algısını tattırıyor. Ekran ve evlerde kendi küçük ailemizle ve hatta aile içinde bile kendi odalarımıza ve kendi ekranlarımızda gönüllü yalnızlığa sürüklendiğimizin farkında bile değiliz. Yabancılaşma kişilerin kendileriyle baş başa kaldıkları zaman daha çok hissettikleri bir şeydir. İnsan aynaya bakmaktan kaçtığı sürece hep kendine tuhaf gelecektir. Hatta bir süre sonra kendisi bile öteki olacaktır. Bir diğerine davrandığı gibi kendine davranacaktır. Kendinden nefrete kadar sürükleyebilir insanı bu toplumdan kopukluk. Bu toplumun da çöküşüdür. Kalabalıklarda yalnız olmak da belki budur. Kavramların altını çiziyoruz ama bu bir tehlikeye işaret etmek içindir. Klişeleri sevmesem de yaratılmak istenilenin arkasındaki gerçeği anlamak gerekiyor.
Sokaklar temassız kalabalıklar
Kafeler, restoranlar ağzına kadar dolu. Sokaklarda yürünmüyor. AVM’ler dolu. Her yer kalabalık fakat niteliksiz bir kalabalıklık. Gün geçtikçe insanların başka insanlarla mümkün olduğunca az temas etmeyi tercih ettiğini görüyorum. Sadece ihtiyaçların karşılandığı bir temas var her yerde. Alışveriş düzeyine inmiş her türlü temas. Bu düzeyde bir toplumun nasıl bir soyutlanmış yaratacağını düşünsenize? Komşusu açken tok olan bizden değildir düsturuna ne kadar aykırı bir hayat değil mi? Hatta yardımlarımız bile öyle. Temas etmeden fakiri fukarayı tanımadan göz göze gelmeden uzaktan bir yardım kuruluşu ile para göndermek. Bir yetimin başını okşamadan yardım etmek o yetime, yardım etmiş oluyor muyuz? Duyguların geçirgen olmadığı sadece vazife edasıyla yapılan yardımlar ne kadar insanı iyileştirebilir? Mezarlık ziyareti yapın derken neden bahsediliyor olabilir, düşündük mü? Oysa elimizde ekrana bakarak da mezarlıkları görebiliriz. Neden aynı atmosferi yaratmıyor sizce? Çünkü beyin gerçek ve kurguyu ayırt edemiyor ve bu ayırt edememe çaresizliği içinde, derinlerde bir yerde acaba sorusu hep duruyor. İçine sıkışmışlık, boğulma hali ve ferahlayamamak. Ama çözüm kafelerdeki kalabalıklarda değil. İşte o derinlerdeki duygudan kaçmamak, gerektiğinde sorunu bulup çıkarmak ve masaya yatırmak.
Duyguyu geçirmek
Sadece kendine Müslüman olmak diye bir deyim var bizde malum. Türk toplumu misafirperverliği ve sıcakkanlılığı ile bilinir. Bireysellik bizde geçerliliği olan bir anlayış değildir. Denge içinde sınırlarımızı koruyarak duygu alışverişini gerçekleştirmek zorundayız. Merhameti nasıl hissettiririz? Alelade kendi kendine merhamet duymak, TV’deki bir dizide, filmde bunu yaşamakla olacak bir şey değildir ki. İnsanları ekranlardan alacakları ile yetindirmek büyük bir tehlikedir. Oysa hayat dışarıdadır. Başkalarının evindedir. Başkalarının kalbindedir. Duygu sadece bana ait değildir. Bizler başkalarının duygularıyla hemhal oldukça kendi duygularımızın varlığını keşfederiz. Her duygu her yaşantı bir diğerine aynadır. Kendi kendimize kalmak orada debelenmek bizim için sağlıklı değildir. Kaçınmak da soyutlanmak da birilerinin istediği bir şeydir. Kolay yönetilmek için hapsedilmek ve izlenmek işte bunu ekranlardan yapan bir Big Brother var. Ama biz buna kanmamalıyız. Temas etmek bir başkasına dokunmak kendi varlığımızın delilidir vesselam.
Artı Eksi
Artı
Ahmet Minguzzi’nin annesine destek Şarkıcı Yeşim Salkım’ın Ahmet Minguzzi’nin annesine destek olması çok anlamlı. Bilmeyenler olabilir belki. Kadıköy’de çocuk yaştaki iki serseri tarafından öldürülen Ahmet Mattia Minguzzi’den bahsediyorum. Ahmet gibi bıçaklama sonucunda yaralanan ya da ölen annelerin ve tabii Türkiye’deki birçok annenin Yasemin Minguzzi’ye sahip çıkması çok kıymetli. Kendisinin de geçen gün bir TV yayınında meğer ne kadar çok iyi insan varmış, demesi çok değerliydi. Bu da şunu gösteriyor ki; her zaman dediğim gibi iyiliği çoğaltmamız gerekiyor. Tek kurtuluş bu.
Eksi
Öğretmen ve motivasyon Bir öğretmen sınıfta öğrenciler arasında göz göre göre ayrımcılık yapmamalı. Öğretmen motivasyonu yüksek her zaman kendisiyle barışık biri olmalı. Sürekli karşısındakini iğneleyen ve bundan keyif alanlar kesinlikle eğitimci olamaz. Öğretmenlerin yıllık psikolojik muayeneden geçmeleri gerekmektedir. Bir sınıfta düşünün matematik dersini sevmediği halde o gün sadece o gün karar vermiş olup öğretmenin gözüne girmek için en öne oturan bir öğrencinin öğretmen tarafından anlaşılmayıp bir kelime ile motivasyonun bütün inancının al aşağı edilmesi nedir? ‘Senenin başına hiç fena değildin ama şu aralar bu dersten battın’ demesi bir öğrencide bırakacağı etkiyi düşünebiliyor musunuz? Bu şekilde o çocuğun okula, eğitime olan inancını bitiriyorsun. Sonra da evde ebeveynler çocuğun motivasyonunu yükseltmeye uğraşsınlar. Okul ve eğitim ile ilgili inancını inşa etmeye çalışsınlar.
16 Satır

Tek kanatla uçmak
Uçabilmenin hafifliğine hangimiz aldanmadık ki? Ne zaman ağırlığınca yükümüzle yere çakılmadık ki? Uçmak ve uçmaya çabalamak arasındaki o bitimsiz mücadele arasında hep dirayetli hep inançlı ve güçlü olarak ayağa kalktık. Bakışlar üzerimizde değildi biz uçarken. Her şeyi kotarırken, eksiksiz yerine ulaştırırken bir arı gibi naifçe kanatlarımızın arasında o kutsal yükü taşırken fark ettiğimiz bir şey oldu. Tek kanadımızın olduğunu anladık da zamanı ve yeri değildi. Biz nasılsa öyle de uçardık. Böyle tek kanatla da kartal gibi güçlü uçtuk. Serçe kadar zarif konduk. Bir şahin gibi keskin bakışlarımızla her yerde olduk. Bir baykuş gibi bilge uçtuk. Bir karga gibi kendimizle baş başa kaldık. Işıl ışıl kanatlarımız gölgede bile görünüyormuş bunu anladık. Işığımızı keşfedene kadar hep tek kanadımız olduğunu sandık. Bu koca alemde diğer kanadımız, görünmeyen diğer kanadımız rahmet kanadıymış. Bizi uçuran O’ymuş. Bunu anladık, anladık ve dünyada tek kanatla da uçulabileceğini ve görünen ile görünmeyen kanatlarımızla bir mucize olduğumuzu fark ettik.
Editör

Ramazan geliyor
İyilik ve güzellikle Ramazan ayı gelsin. Üç ayların son ayı başlıyor. Ben başlarken Ramazan ayına hüzünle karışık sevinirim. Çünkü üç ayların sonudur ve geriye kalan dokuz ay yine bu güzel atmosferden uzak olacağız diye. Bir konu var ki benim hiç hoşuma gitmiyor. Oruç tutuyoruz yiyecek içecekten uzak duruyoruz gün boyunca. Hatta uykusuz da kalıyoruz. Ama gelin görün ki Ramazan ayı yemek festivaline dönüşüyor. Son iki yıldır yaşadığımız korkunç katliamların arasında Ramazan’ı mümkün olduğunca nefsimize hoş gelecek her şeyden kaçınma ayı olarak belirlemeliyiz. Bu ay asgari düzeyde yemek yemeli, içmeli, konuşmalı, uyumalı. Hatta hiç keyfi alışveriş etmemeli. Alışkanlıklarımıza muhalefet edeceğimiz bir ay olarak belirlemeliyiz. Yakınlarımızla iftar yapmalıyız ama kim olursa olsun en mütevazi sofralara oturmaya alışmalıyız. Bence bu Ramazan sağlıklı yemenin de bir başlangıcı olsun. Unlu, şekerli, asitli her yiyeceğe, içeceğe karşı durduğumuz bir ay olsun. Hem bedenimizi dinlendirelim hem de ruhumuzu. Çünkü ikisi bir bütün. Bütün gün aç kalıp akşam on beş dakikada her türlü yiyeceği mideye indirmeyi ben orucun faziletiyle bağdaştıramıyorum. Öyle bir sofrada bile olsanız ya tek şeyle yetinmeliyiz ya da yiyeceğimizi yanımızda getirmeliyiz. Artık toplum olarak da yeme alışkanlıklarımızı değiştirmeliyiz. Bence bu senenin Ramazan ayında üstünde durmamız gereken en önemli konu bu. Bu vesileyle hepimize hayırlı, sağlıklı ve idraki bol bir ibadet ayı diliyorum.
Dış Dünyadan
Telefonsuz kulüp
Londra'da bir kulüpte insanlar üstüne para vererek telefonlarından uzakta iki saat geçirmek için bir araya geliyorlar. Kimileri arkadaşlarıyla, kimileri tek başına ekrandan uzak zaman geçiriyorlar. Canlı piyano resitali eşliğinde kitap okuyorlar, resim yapıyorlar, sosyal medyada ne olup bittiğine bakmadan arkadaşlarıyla uzun uzun sohbet ediyorlar. İlk olarak Amsterdam'da ortaya çıkan "Offline Kulüp", şu anda Londra, Paris, Barcelona ve Dubai'de de gerçekleştiriliyor. Bu etkinliğe katılmak 9,5 İngiliz sterlini, yani yaklaşık 435 Türk lirası. Yeni bir araştırmaya göre, 25 ila 34 yaş aralığındaki İngiliz gençler, günde ortalama 4 saatini telefon ekranında geçiriyor. "Offline Kulüp"ün etkinliğine katılanlarsa, telefon başında çok daha uzun saatler geçirdiklerini söylüyor. Size bunun için para ödemek mantıklı mı? Siz olsanız para verip böyle bir kulübe katılır mıydınız? Ancak kulübün işletmecisi Ben Hounsell kulübün biletlerinin satışa çıktığı an bittiğini söylüyor. Bence insanlar değişik bir şey yapmak istedikleri zaman buraya katılıyorlar. Türkiye’de bunun tutacağını sanmam. Ancak şu olabilir; bir kitap kafe tarzı bir ortam düşünün ki bolca var bizde bunlardan. İşte burada etkinlikler eşliğinde bir ortamda telefonları kapıda bırakmak kaydıyla kafayı boşaltma seansları tarzında bir şey düşünülebilir. Bizde yeme, içme olmadan bunun olması çok zor. Hele hele üstüne para vereceksin ve telefondan uzak duracaksın. Bizim insanımız için mantıklı bir şey değil.
Periskop
Türk Müziği olmadan olmaz
Bir yayınevinin bir profesör eşliğinde düzenleyeceği seminer serisinde ‘ağırlıklı olarak “klasik batı müziği” olarak adlandırılan ve sanat müziği olarak değerlendirilen tür içindeki yapıtların; bunların bestelendiği sosyal, siyasi, kültürel koşulların; bu müziklerin Batı’daki evrimini ve bu evrimin getirdiği, yerleştirdiği ya da yıktığı geleneklerin izi sürülecek, cümlesi ile kurulmuş’ bir davet ulaştı bana. Eski uygarlıkların müziği batıda sanat müziğinin evrimini değilse bile doğumunu etkilemiştir deniliyor. Evet de bu uygarlıkları incelerken giriş olarak kadim Çin, Hint, Mısır, Grek, Bizans uygarlık ve müzikleriyle olacakmış. Tekses’ten çokses’e geçerken sosyal, siyasi, kültürel koşulların nasıl değiştiğine dair soruların cevapları aranıp, ağırlık on yedinci yüzyıl ve sonrasına bakılacakmış bu seride. Batı’nın evrimini tartışırken de girişte kadim Çin, Hint, Mısır, Grek, Bizans müzikleri ile batının nasıl etkilendiği anlatılacakmış. Ancak bu kadim tarih yolculuğunda Türk müziğini ve uygarlığını göz ardı edeceksiniz. Ediyorsanız bir akademisyen olarak sizi yanlı bulurum. Türk’ün müziği demek kültürü ile baştanbaşa her şeyiyle bütün dünyaya damga vurmak demektir. Bir Mozart anlatacaksınız ve Türk marşından nasıl bahsedeceksiniz? Bunu başlığa koymaktan kaçınacaksınız. İşte bizim ülkenin aydınlarının genel sorunu bu. Ya aydın filan değiller o diplomaları almadan önce eleştirel düşünme, objektif bakış, karşılaştırmalı değerlendirmelerden çekinmişler, korkmuşlar ya da bilinçli çarpıtma yapıyorlar. O yüzden böyle bir atölye çalışması tamamen yanlıdır veya bir amaca hizmet edecektir. Ama o amaç artık bu yeni dünyanın yeni düzeninde çok köhne kalıyor. Türk müziğine yabancı kalarak batıyı anlatamazsınız. Hatta Türk tarihini bile anlatamazsınız. Yarın öbür gün anlatmaya kalkarsanız eğer diye diyorum.