Yeni Birlik Gazetesi
İstanbul
Kapalı
14°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce
Ara

Anahtar Kelimeler (Kutsal-2)

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:

İçi boşaltılmış kutsal

 Kutsal, bağlama oturtulduğunda kutsallığını muhafaza edebilmelidir. Ama yukarıdaki örnekteki gibi bir bağlama oturtulduğunda Kur’ân-ı Kerim’in yazılı olduğu kâğıt üzerinden değil, Allah kelâmı olduğu için kutsal olduğu ve bu bağlamdan koparılamayacağı için kutsallığından şüphe olmadığı ortaya çıkmıştır. Oysa aynı şeyi Hristiyanlığın sembolü olan haç için söylemek kolay değildir. Haçın kutsallığı tahta veya demir olmasından değil, Hz. İsa’nın çivilendiğine inanılan nesnenin şeklinden gelir. Ama bu, o dönemde suçluların cezâlandırılması için uygulanan ve Hz. İsâ’ya özel olmayan bir yöntemdir.

 Günümüzde de bâzı marjinal Hristiyanların kendilerini çarmıha çiviletmesi nesnenin bağlamından çıkartılıp kutsallaştırılmasına örnek olarak verilebilir. Onların çivilendiği çarmıh, kutsal değil fetiştir. Ama kutsalın diğer bir özelliği olan içinin boşaltılması ve bağlamdan koparılıp öznel suistimâle malzeme yapılmasının bir örneğidir. Başka biri de Hristiyanlığın hiçbir mezhebine mensup olmasa ve hiçbir akidesini yerine getirmese de haçı kendi emellerine perde olarak kullanabilmektedir. Zira o perdenin çok güçlü bir kutsiyeti ve dokunulmazlığı vardır. Hint kültüründe svastika olarak bilinen ve Hristiyanlıkta gamalı haç adını alan şeklin, Naziler tarafından kullanılmasının sonuçları dünya târihinde sâbittir. 

Kutsalın câzibesi 

Suistimâle bu kadar açık olan ve “bilgi çağı” olarak adlandırılan günümüzde bile modern örneklerini gördüğümüz kutsallaştırmanın insan psikolojine câzip gelen bir karşılığı vardır. Her şeyin endüstriyel olarak kitlesel üretimde olduğu, eşsiz ve benzersiz, kişiye özel nesnelerin olmadığı çağımızda, bir yandan bilimsel gelişmeler bize gezegenimizin dışında hayat kurma imkânlarını düşündürürken diğer yandan kutsallaştırmanın hâlâ iş görmesi bir çelişki gibi gözükse de değildir. Endüstriyel yaşam tarzı, insana değil kişilik, kimlik bile vermemektedir. Böyle bir iddiası da yoktur. Doğa bilimlerinin hayâtın anlamını bulmak gibi bir amacı olmadığı gibi endüstriyel hayat da insana kişilik temelli bir kimlik vermekten uzaktır. Bu ihtiyâcı “bireyselleşme” ya da “kişisel gelişim” gibi iddialarla yatıştırmaktadır. Oysa kutsallaştırma ve kutsallaştırılan nesne veya kişinin tâkipçisi olma bu sorunun kısa vâdede en kolay ve masrafsız çözümüdür. 

Bir kolye veya küpe takmak, duvara asılan bir resim, vücûda yaptırılan bir dövme, okunmasa da imzâlatılan bir kitap, giyilen tişörtteki bir şekil ya da resim, asılan bir flama, savunulan bir ideoloji, atılan bir slogan, yenilen bir yemek, içilen çay veya kahve, belli günlerde gidilen bir mekân ve benzeri daha birçok şey, kimlik eksikliği duyan bireylere afyon gibi gelmektedir. Bunca çeşitli afyon ile uyuşmuş kafaların kişilikten yoksun olduklarının farkına varmaları da mümkün değildir. Kişilik vâsıtasıyla kurulacak bağ, gösterilecek ilgi ve alâka ve oluşturulacak bağlam dünyâmız, günümüz insanına bir kayıp cennet kadar uzak geliyor. 17. yüzyıl İngiliz şâiri John Milton’ın kaleme aldığı Kayıp Cennet (Paradise Lost), her ne kadar Yahudi - Hristiyan anlayışının bir yansıması olarak insanın cennetten kovulmasını konu edinse de, kutsallaştırma ekseninde insanın içine düştüğü çıkmazı ve bu çıkmazdan kurtulmak için yeniden kurması gereken bağlam ağına işâret etmektedir. Âdem ile Havva, şeytana uyup yasak elmayı yedikten sonra akılları başlarına geldiğinde, yâni yaptıklarının bağlamsal sonuçlarını akledebildiklerinde utanmışlar ve İslâm inancına göre af dilemişlerdir. Onların bu af dilemesine sebep olan şey, yasağın hangi bağlamda yasak olduğu ve bu bağlamdan çıkarıldığındaki kötü sonuçları anlamalarıdır. Şeytanın temsil ettiği güç, bağlamdan koparılan, için boşaltılan kutsallığın suistimâle ve manipülasyona açık olmasıdır. Bunu İslâmî bir örnekle biraz daha açmak gerekebilir. Ramazan ayında oruç tutmak, şartları uygyun olan her Müslüman için farzdır; oruç tutmamak günahtır. Ama bir gün sonra bayram günü oruç tutmak haramdır. Farz, sevap, günah, haram, helâl bir bağlam içinde geçerlidir. Ramazan’da Müslümanlar oruç tutmasın diye uğraşan şeytan, bayramda tutsunlar diye uğraşabilir. Bağlamı kurmayı ve alâkayı tesis etmeyi öğrenmek ve hatırlamak, dünyâya gönderilişimizin amacıdır. “Bismirabbikellizi halak. Halakel insâni min alâk” ifâdesindeki “alâk”, alâka yâni bağlam anlamına da sâhiptir.

 Aklî kutsal 

Kutsaldan vazgeçmemiz neredeyse imkânsızdır. Sosyal ve mânevî yönleri olan insan için kutsal, olmazsa olmazdır. Ama kutsal, aklın dizginlediği bir güç olduğunda, insana kimliğin ötesinde kişilik de kazandırmaktadır. Bu, nefsin emri altına giren insan ile, nefsini emri altına alan insan arasındaki farktır. Bunu başaran insan, kutsalı bağlamsız bir nesne olmaktan kurtarıp kendi anlam-değer dünyâsında bir kişilik ögesi hâline getirmiş olur.

 Kutsal ve târih 

Kutsal, kişilik ögesi değil de kimlik malzemesi olduğunda o kimlik, kişiyi târihsel bir dünyâya hapseder. Kutsal, târih oluşturmakta kullanılır ve kimlik, o târih üzerine oturtulur. Kutsallaştırılan kimliğin malzemesi olan târih hâline gelen olay, kişi veya kurum eleştirilemez, analiz edilemez, tartışılamaz. Sebep-sonuç ilişkisi kurulmadığı için benzer güncel sebeplerin muhtemel sonuçları öngörülemez. Maalesef kimlik üreten târih, ders çıkartılacak kaybeder ve kutsallaştırılır. Örneğin somut bir olay olan İstanbul’un fethi, bir kesim tarafından “Zulüm 1453’te başladı” sloganıyla lânetlenip “olumsuz kutsal” hâline getirilirken, bir kesim tarafından da târihsel, siyâsî, jeopolitik, teknolojik, askerî, kültürel, ekonomik bağlamından koparılıp gemilerin karadan yürütülmesi söylemine indirilip kutsallaştırılıyor. 18 Mart Çanakkale Zaferi de benzer bir örnektir. 

Bu gibi örneklerde öne çıkan zihniyet, anlam-değer dünyaâının oluşmasına engel olmaktadır. Kimlikler ve kutsallar gereklidir ama anlam-değer dünyâsıyla değil de coğrafya, dil, inanç vb. üzerine kurulunca kısıtlayıcı ve hatta faşizme götüren bir toplum yapısı şemsiyesi altına hapsolmaktadır. Kişilik vermeyen bir zihniyet, bunu sâdece kimlik vererek telâfi etmeye çalışırken, diğer taraftan kişiliği kutsallaştırmaya meyilli hâle getirir. Çünkü kimlik-kişilik bağlantısını kuramayan ve bunun gerekliliğini anlamayan kişi, hiçbir bağlam arayışında olmayan, verileni eleştirmeden kabûl eden bir dünyâ görüşüne sâhip olur. Dolayısıyla aynı kutsal nesne veya kişi etrâfında, birbiriyle uyumlu olmayan, o kutsalın yokluğunda birbiriyle düşman olacak olan bireylerden oluşan bir kör tâkipçi grubu toplanır. 

Kutsal kurumlar ve kimlikler 

Daha da ileri gidersek, kurumların kutsallaştırılması olgusuyla karşılaşırız. Bağlamdan, amaç ve hedeften koparılmış bir kurum, kutsallaştırılmaya ve işlevsizleştirilmeye mahkûmdur. Örneğin ülkemizde üniversiteler kutsallaştırılmıştır. Üniversite fetişizmi vardır. Bütün eğitim süreci üniversite hedefine göre plânlanır. İyi bir üniversite için iyi bir lise; iyi bir lise için iyi bir ortaokul; iyi bir ortaokul için iyi bir ilkokul. On iki sene sonunda girilen “iyi” üniversite, kutsala ulaşma hissi verir. Süreçteki okullar birbiriyle bağlantılı zannedilebilir. Ama üniversiteden sonrası belli değildir. 

Üniversite diploması, bu kutsallaştırmanın belgesidir. Mezuniyet törenleri bu kutsallaştırmanın âyinleridir. Diploma ile kutsallaştırılmış üniversitenin mezunu olan kişi de “kutsallık” vasfı” kazandığına inanır. Okula kişilik ekseninden bakamayan, kutsallaştırıcı bir ebeveyn ve onların yetiştirdiği çocuk, okuduğu okulu bir üst seviyedeki okul için mi yoksa kendini her yaşta gerçekleştirmek için mi okuduğunu sorgulama becerisinden mahrum olduğundan dolayı, eğitimi kimliğini daha etkili hâle getirecek bir süreç olarak görür. Kendini entelektüel birikimi ile değil okuduğu okulun mezunu olarak tanıtır, o kimliği yüceltir, o kimliğe söz söyletmez, yâni o kimliği kutsallaştırır.

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *