
İki müzakere sürecinin hikayesi: Ukrayna barışı ve nükleer görüşmeler
Bitmeyen hikayelerin, bitmeyen müzakerelerin haftasındaydık yine. Bir tarafta Rusya-Ukrayna savaşı nereye gidiyor sorusunun gölgesinde ABD Ortadoğu temsilcisi Witkoff Moskova’da Putin ile üç saati aşan bir görüşme gerçekleştirdi. Trump’ın “bir anlaşmaya çok yakınız” iddiasından, Londra’da düzenlenecek Ukrayna zirvesine katılacak ABD heyetinin toplantı başlamadan Londra’yı terk etme kararından ve Vance’in Hindistan yolunda eğer taraflar barış istemiyorsa ABD bu barış sürecinde kolaylaştırıcı olmayacak çıkışından sonra gerçekleşti bu görüşme.
Haftanın özeti
Aslında geçtiğimiz hafta sonundan itibaren ABD yetkililerinin tarafları bir araya gelip anlaşmalarını sağlamak için itip kakmalarına şahit olduk. Trump, birkaç gün önce Time dergisine verdiği bir röportajda, Zelensky’nin Kırım’ın Rus toprağı olduğunu kabul etmesi gerektiği mealinde açıklamalarda bulunmuştu. Zelensky ise ABD basınına konuşmuş ve Ukrayna’nın toprak kaybının kabul edilmez olduğunu söylemişti. Trump’ın Zelensky’den hiç haz etmediğini de biliyoruz, dolayısıyla ABD’nin Londra Ukrayna toplantısından çekilmesi de bu bağlamda ABD’nin Ukrayna savaşına artık desteği çekeceği ve mümkünse Zelensky’nin altından sandalyenin kaymasına müsaade vereceği şeklinde yorumlanmıştı. Trump’ın önerdiği barış planının Rusya’ya nasıl bir avantaj sağlayabileceği yazılıp çizildi. Trump, bırakılsa Rusya’nın Ukrayna’nın tümünü alabileceğini ima eden açıklamalar yaptı ve Putin’in tüm Ukrayna’yı almaktan vaz geçmesini bir taviz olarak nitelendirdi. Bu arada Moskova boş durmadı ve Kiev’e saldırmaya devam etti. Ateşkes iddialarına rağmen tarafların birbirini vurduğunu biliyoruz. Bunun üzerine Trump, daha önce hiç tersine bir açıklama yapmamışçasına, Moskova’yı suçladı ve belki de Putin’in amacının Ukrayna’da daha fazla toprak elde etmek olduğunu söyledi. Hikâye böyle yılan hikayesi formatında hiç bitmeyecekmiş gibi devam ederken bir başka hikâyenin sonuna gelindi, Papa hayatını kaybetti. Cenazesi için Vatikan’da bulunan Trump ve Zelensky Oval Ofis faciasından sonra, bu sefer Macron’un ittirmesiyle, baş başa görüştüler. Basına servis edilen fotoğraflar Trump’ın Ukrayna’yı koruyan bir aziz gibi görünmesini sağlıyordu. İşte Witkoff-Putin görüşmesi tam da bu atmosferde gerçekleşti.
Witkoff-Putin görüşmesi, öncesi-sonrası Kremlin açıklamaları
Rus yetkililer tarafların gülümseyerek selamlaştığı fotoğrafları basına vermeyi ihmal etmedi ve toplantının son derece verimli geçtiği Rus tarafınca açıklandı. Lavrov’a göre bazı küçük ama teknik detaylar kalmış durumda ve bunlar hallolursa bir barışın olması mümkün gözüküyor. Bu açıklamalarla beraber Kremlin’den iki açıklama daha geldi. Önce, Gerasimov-Putin görüşmesinde Kursk bölgesinin tamamen Ukrayna işgalinden kurtarıldığı söylendi. Bu gelişme iki nedenle önemli. İlki, Rusya’nın Kursk bölgesini kurtarıp, Ukrayna topraklarına yönelik – örneğin Sumi’ye yönelik- baskıyı artırarak güçlü bir pazarlık noktası üzerinden masaya oturması bekleniyordu. İkincisi, Kremlin, Kursk’un kurtarılmasında Kuzey Koreli askerlerin kahramanca mücadelesini övdü. Kuzey Kore-Ukrayna savaşı bağlantısı gizli- saklı yapılmıyor. Kuzey Kore’ye yönelik oluşabilecek uluslararası sonuçlardan hiç çekinilmediği açık. Rusya’nın Kuzey Kore askeri yardımının savaşın parçası olduğunu açıkça dillendirmesi Rusya’nın savunma savaşı konusunda insan kaynağı konusunda bulduğu ara çözümle övündüğünü gösteriyor. Tabi mesaj, Ukrayna kadar, Ukrayna savaşının sürdürülebileceğini düşünen Avrupalılara. Bu savaşın sürdürülmesinin Moskova adına mümkün olduğunu söyleyerek aslında Trump yönetiminin Avrupalılar karşısında Ukrayna konusundaki duruşuna destek veriyor. Zaten, hemen bu açıklamanın ertesinde yapılan ikinci açıklamada Putin sahadaki mevcut durum/kontrol alanları üzerinden uzlaşmaya hazır olduğunu söyledi. Mesele kaybeden tarafın, Kiev ve Zelensky’nin ikna edilmesi.
Ukrayna neden ikna olmuyor, olamıyor
Kaybeden tarafın ikna edilmesinin her zaman kendi içerisinde bir zorluğu vardır. Kayıpların kabul edilmesi, statükonun parçası haline gelmesi zordur, bu nedenle kendini kayıpta hisseden taraf statükoyu oluştursanız bile onu bozmak için riski göze alacaktır. Ukrayna meselesinde ise kayıp ve kazanç haneleri net olmakla beraber kayıp hissi Kiev açısından o kadar net değil. Bu savaş Kiev için bir var olma savaşı olarak başladı. Savaş öncesi Putin’in ulusa seslenme konuşması kimse tarafından kolay kolay unutulmayacak. Bu açıdan bakarsak Ukrayna direnişi Ukrayna’nın tarih sahnesinden silinip Rusya’nın vasalına dönüşmesini de engelledi (Rusya’nın vasalına dönüşmek çok korkunç bir şey miydi, özellikle bugünkü durumu göze alarak değerlendirirsek; o da ayrı bir tartışma konusu). Sonuçta başarıyla verilmiş bir direniş harbi var ve Ukrayna milliyetçiliği bu harbin belkemiği oldu, şimdi halkın önüne çıkıp savaşı kaybettik çünkü Batı yanlış strateji kurmuş, izninizle bölüneceğiz demek çok kolay değil. Ayrıca Batı, Ukrayna Savaşında hala bölünmüş durumda. Avrupalılar, bu savaşın Avrupa’nın kabuk değiştirmesini, mümkünse askeri bir güç haline gelmesini, kolaylaştıracağını düşünüyorlar. Trump’ın tehditlerinin farkındalar ama NATO’nun bir günde ölmeyeceğinin de farkındalar. Beyin ölümü gerçekleşse bile heyula gibi bir vücuttan bahsediyoruz ve caydırıcılık, o vücut, kan pompaladığı sürece bir şekilde işliyor gözüküyor. Rusya’nın NATO topraklarına saldırarak NATO caydırıcılığını test etme gibi bir niyeti, en azından şu an için, yok. Bu şartlarda Ukrayna Harbini “küçük bir harp” olarak tutmak Avrupalıların işine geliyor. Hem Rusya’ya karşı hem de ABD’ye karşı söyleyecekleri bir şey, bir tür pazarlık güçleri oluyor, ama en önemlisi kendi kamuoyları karşısında “tarihin doğru tarafında” yer aldıklarını ve Avrupalılığı savunduklarını söyleyebiliyorlar. Rusya tehdidi se daha fazla silahlanmalar için bahane oluyor- ki Trump’ın özellikle Amerikan savunma sektörü işin içinde olacaksa istediği şeylerden biri de Avrupa’nın silahlanması. Dolayısıyla Trump yönetiminin Zelensky’i devirerek, gelecek “daha kolay, daha az sembolik bir isimle pazarlıkları sürdürmek niyeti olabilir ama Ukrayna milliyetçiliğini ve Avrupa inadını aşması çok kolay değil. Bu yüzden ikna edici Rus saldırganlığına, makul sınırlarda kontrol altında Rus saldırganlığına göz yumup, bu saldırganlığı pazarlığı itmek için kullanması pekâlâ mümkün- ki son bir hafta yaşananlar biz de bu tür bir izlenim bırakıyor.
Umman’da 4. Tur nükleer görüşme öncesi neredeyiz?
Bitmeyen müzakere süreci dediğimizde baktığımız bir başka hat, İran-ABD nükleer görüşmeleri. Umman’da üçüncü tur görüşmeler gerçekleşti ve taraflar dördüncü tur için sözleşti. Geçtiğimiz haftalarda bu konuyu gündemimize almıştık. O günden bugüne ne değişti diye bakarsak, özellikle Rubio’nun açıklamalarının önemli olduğunu görüyoruz. Bilindiği üzere görüşmeler İran’ın nükleer programını sınırlayacak ve Tahran’ın nükleer silah elde etmesinin önünü tıkayacak bir anlaşma niyetiyle yapılıyor. Bu anlaşmanın 2015 JCPOA Anlaşmasından daha iyi bir anlaşma olması beklentisi Trump Yönetimi ve İsrail tarafından defalarca dillendirildi. Yine de ilk iki tur sonrasında basına yansıyanlar -ki Witkoff sonra kendi açıklamalarını kendi yalanladı- İran’ın kendi topraklarında uranyum zenginleştirmeye devam edebileceği izlenimi veriyordu. Bu yaklaşım, NPT anlaşmasının getirdiği sivil nükleer enerjiye anlaşmaya taraf olan ülkelerin kendi topraklarında kendi teknoloji ve yakıtlarıyla sahip olma hakkına (4. Madde hakkı) uygun- ama işte JCPOA de buna dayanıyordu ve İsrail’in temel itiraz noktalarından biriydi. Rubio, üçüncü tura doğru giderken açıklamalarda bulundu ve İran’ın yakıt ithal ederek sivil nükleer enerji programına sahip olabileceğini söyledi. Açıklama sürpriz değil aslında ama Witkoff’un söylediğinden farklı bir zemine kayıldığı da açık- tabi masada bu açık açık böyle konuşulabiliyorsa-.
Altın standart anlaşmalarını hatırlatan konuşmalar
ABD, Ortadoğu’da uzun bir süredir, daha önce BAE ile geliştirdiği nükleer iş birliği modelini bir standart haline getirmek istiyor. Buna göre yakıt dışarıdan zenginleştirilmiş olarak geliyor ve iş birliği yapılan aktörün reaktöründe sivil nükleer enerji üretiminde kullanılıyor. Nükleer pazarın koşullarına aykırı değil sunulan model ama NPT Anlaşmasının 4. Madde hakkının budanması anlamına da geliyor. Bu nedenle pazarda bundan daha fazla şey vaat eden nükleer teknoloji sağlayıcıları (Rusya gibi, Çin gibi) olduğu sürece ABD’nin Ortadoğu’ya dayatmaya çalıştığı “altın standart” modeli bir istisna olarak kalmıştı. Yine de ileride İran nükleer programını dengeleyecek nükleer teknoloji sahibi ülkelerin sayısının artırılması bakımından ABD’nin modelin kendisinin tutması/tutmaması dışında önem verdiği bir süreçti. Teknik ayrıntıları bilmemekle beraber bir ülkenin kendi topraklarında uranyum zenginleştirme ve yakıt elde etme hakkından vaz geçilmesine dayalı bir anlaşma NPT rejiminin getirdiği hakları norm olarak alan aktörler için sınırlandırıcı olacaktır, İran için de sınırlandırıcı olacaktır. Bu sınırlandırmalara İran’ın füze programına yönelik sınırlandırmalar, tünellerin denetimi ile ilgili güçlü denetim mekanizmaları filan gelirse İran’ın caydırıcılığının geleceğini de konuşma noktasına gelebiliriz.
İran kabul eder mi?
Tahran’ın bu tip bir sınırlandırmayı kabul etmesi zor olduğundan ABD’nin kendisi ve İsrail için çok mükemmel gözükmeyen bir geçici anlaşmaya razı olabileceğini düşünenler var. Geçici anlaşmalarda yaptırım silahı anlaşmanın doğası gereği havada asılı duruyor. ABD’nin Suriye’ye yönelik Sezar Yaptırımlarını bile kaldırmayıp, elinde kamçı gibi tuttuğu bir ortamda Tahran’ı mükemmel bir anlaşma olmadıkça yaptırımlar açısından rahatlatması mümkün değil. Geçici bir anlaşma olmamasının alternatifi İran’ı vurmak oldukça, devrim muhafızlarının böyle bir anda sus-pus oturmaktan ziyade Körfez başta olmak üzere Orta Doğu’yu ateş gölüne çevirecek hazırlıklar yapmak olduğu da hesaba katılmalı. Zaten Bandar Abbas’daki patlama (kaza ya da sabotaj) ve patlayan materyalin niteliği İran’ın hazır olmak konusunda tetikte olduğunu gösterdi.