
Yoksa dünyada insan diye bir şey mi kalmadı?
Uygurlu genç kızın ağzından bu sözler dökülüyordu, beni can evimden bir kez daha vururken. Nasıl bir devir ki insanlığın kendi keyfine düşüp insanlığını unuttuğunu bile farkına varmadığı bir devir. Aylardır, yıllardır yazıyoruz, söylüyoruz, anlatıyoruz. Biz kendi çapımızda bir şeyler yapıyoruz. Müslümanların hepsi mi paramparça? Ayrıştık her şekilde. Arap kendi içinde ayrışmış. Türk kendi içinde ayrışmış. Oysa küfür tek milletti ve biz hepimiz bu küfrün karşısında duracaktık. Yüksek binalara bu yüzden karşıyım. Doğadan kopuk ayağımı yere basamadığım, bir mor salkımın kokusundan, renginden beri kaldığımız her an bizi uzaklaştırıyor insanlığımızdan.
Selamsız kaldık ey Allah’ım. Herkes çıkarının peşinde utanıyorum sokakta, otobüs durağında insanların konuştuklarından. Biri diğerine akıl veriyor. İşini halletmeye araya tanıdık sokmaya çalışıyor. Kayınvalidesini, gelinini çekiştiriyor. Herkes birbirine düşmanca bakıyor. Herkes bir an önce kendi kuytu köşelerine sığınmaya koşuyor işlerinden evlerine. Koskocaman bir yalnızlık hissediyorum insanların kalplerinde. Herkes düşmüş cep telefonun içine kimsenin kimseyi gördüğü yok. Oysa bütün hikâye gözlerde. Telefondaki ekranda değil. Herkes kendinden korkuyor. Üzerine almak istemediği sorumluluklardan kaçıyor. Selam vermek kolay mı? Selam demek onun bütün derdini yüklenmek demek. Oysa o da senin derdini yüklenecek ve böylece dert dert olmaktan çıkacaktı.
Aramızdaki bağlar koptu
Coğrafyalar uzaklaştırmazdı oysa bizi. Aramızdaki bağları koparanları görmedik. Sessizce girdiler aramıza. Türlü şirinliklerle yapacaklarını yaptılar. Kültürümüzü ezdiler utandırdılar. Müziğimizden uzaklaştırdılar, Dilimizden uzaklaştırdılar. Folklorumuzdan uzaklaştırdılar. İngilizce eğitimi derken batılılar gibi düşünmeye, inanmaya onlar gibi ruhsuz olmaya başladık. Bunlar da yetmedi filmleri, oyunları ile bir tür anlayış soktular taze beyinlere. İnsanlık neydi dediğinde? Önce kendi ülkende yaşadıklarına bir bak diyorlar sana. Özgürlük hak, hukuk, adalet istiyorlar sözüm ona. Ama önce kendini kurtaramamış bir sürünün peşinden gittiğini anladığında geç olmaz inşallah. İnsanlığı bitirmek için önce kendine çalış kendin olmaya bak, kendine şefkat göster, kendini dinle diyerek, bencil bir dünya yarattılar. Her şey de olduğu gibi bunu da abarttılar. Elbette insan önce kendini dinlemeli kendine eziyet etmemeli. Ama esas unsuru hep unutturarak insanları başka bir yerlere çekiştiriyorlar. Biri çıkıyor spiritüalizm diyor. Çakra, bilinç, uyanış şu bu diyor. Her şey de az çok doğruluk payı vardır. Ama esasen en önemli şey dengedir. Kalbinde dengeyi bulamazsan seni herkes bir yerinden çekiştirir. Sonunda zelil olursun.
Denge olmadan insan ayakta duramaz
Hiçbir konuda ifrat ve tefrit içinde olmamalı insan. Yani aşırı uçlarda olmamalıyız. O zaman da insanlığımızdan uzaklaşırız. Ya canavarlaşır ya da Tanrıcılık oynamaya kalkışırız maazallah. Kalbimiz hissetmeli ama kendini yerden yere vururcasına değil. Çünkü sen, ben Allah’tan daha merhametli değiliz. Dünyada her olan biten olay aslında bize verilen bir mesaj. Aşırı bir tarafın varsa onları törpülemek için bize gösterilen bir mesaj. Hayat aslında bu kadar karmaşanın içinde çok basit. Ancak denge varsa kendi içinde akabiliyorsun. Yoksa bir sarmal içinde kördüğüm oluyorsun. Hayatı biz kendi ellerimizle zorlaştırıyoruz. İhtiyaçtan fazlasına sahip olma hırsı bizim dengemizi alt üst etti. Ya aşırı özgüven sahibiyiz. Aynaya bakmadan her şeyden o kadar emin olma hali içindeyiz ki, şaşılacak durumdayız. Ya da aşırı bir içine çekilme adeta kendini yok edip başka bir kişilikte canlanan şizofren karakterlerle bir arada yaşıyoruz.
Dönersek başa
Uygurlu genç kızın “dünyada insan kalmadı da bizim mi haberimiz yok” diyordu. Kaldı mı sizce? Bence biz bu soruyu hepimiz kendimize soralım. İnsan mıyız? İnsanlığın gerektirdiği davranış kalıplarına sığıyor muyuz? İnsan olmak nereden başlar? Öncelikle bir onu sorun kendinize. Sonra da onu uygulamaya hemen başlayın. Uyguluyorsanız zaten sorun yok vesselam.
Editör
Sosyal medyaya güvenilir mi?
Birçok araştırma hem yurt içinden hem yurt dışından Türkiye’de sosyal medyada haberlerin güvenirliği konusunda son yıllarda ciddi bir düşüş olduğunu gösteriyor. Zaten geçen yıl en çok bot hesap sahibi ülke Türkiye olduğunu gösteren bir haber çıkmıştı. Türkiye haberleri televizyondan alıyor. Sosyal medyaya da bakıyor ama teyit için mutlaka televizyon izliyormuş. Gençler sosyal medyadan haberleri alırken yaşlar ilerledikçe sosyal medyaya olan güven azalıyor. Gençler değişik kaynaklardan teyit etmeyi tercih edebiliyorlar. Fakat şu da acı bir gerçek ki gazete artık kâğıttan değil git gide dijitalden okunuyor. Chatgpt’ye fazla güvenmeyin. Çünkü chatgpt’ye sordum. Türkiye’de en çok hangi kanallara güveniliyor diye. Bana doğrudan en güvenilir haber kaynağın NOW TV olduğunu yazdı. Hükümete yakın kanallar ise en güvenilmez kanallar olduğunu söylüyor yapay zekâ. Kaynaklara baktığınızda Reuters başta olmak üzere çoğu batılı kaynaklardan gelen veriler bunlar. Burada şöyle bir sıkıntı ortaya çıkıyor. Yerel araştırma şirketlerimize daha fazla araştırma yaptırılmaları gerekiyor. Çünkü dışarıdan gelen veriler tek taraflı olma ihtimali var. Üniversitelerimizin araştırmaları ve bol makale yazılması da çok kıymetli. Elimizde veri olmazsa mecburen dışarıya bakıyoruz. O da içimize sinmiyor. Ama sahadan yani iş dünyası, akademi gibi alanlardan aldığımız bilgiler sosyal medyaya olan güvenin azaldığı yönünde. Yoksa cehalet mutluluk muydu?
16 Satır

Karşılıklı sussak
Aramızdan sadece hafif bir rüzgâr esse. Gençliğimizin kokusu sarsa hatıralarımızın o günlerini. Bir rebabın gönlü titreten sesi, ağacın dallarında, mızraba eş namelerinde vurulsak. Ötüşen kuşlar bir şey söylüyor olsa bize yeniden. Müjdeler verse, yeniden aşk yeniden aşk mümkün deseler. Her şeyi unutsak bir an. Aksak zaman içine, karar versek namenin en aşkın yerinde. Karşılıklı sussak da gönüllerimiz konuşsa. Yana yana gideceğiz bu dünyadan. Bunu ezelden biliyorsak da yapacak bir şey gelmiyor elden. Dünyanın matemi bu. Sussak seninle karşılıklı; haykırır gibi şimşek çaksa, gök ağlasa üzerimize. Yeniden fidana dönüşsek, susayarak kana kana içsek sonsuzluk şerbetinden. Bakışlarımıza sinen hüznü silse bahar. Çiçekler, çimenler, sümbüller, deniz ve ikimiz bir yerde olsak. Üstümüzde masmavi berrak bir gökyüzü örtüsünü üzerimize örtmüş olsa, tertemiz. Toprak henüz ayaklarımızın altındayken leblerin demine varsak. Zaman bizi yutmadan, bizi aldatmadan karşılıklı konuşsak ve suskunluğun kelimelerini devirsek bir bir.
Artı Eksi
Şikâyet ve cevap
Sirkeci Marmaray’da araçtan indiğinizde yukarıya 63 metre boyunca tabiri caizse tırmanıyorsunuz. Yürüyen merdivenlere 3 kere biniyorsunuz. Asansöre de binebilirsiniz. Ancak biraz beklemek gerekiyor. Burası 7 tepeli şehir malum. Bir de şikâyet edenlerle asansöre biniyorsunuz. Neden tek asansör varmış ya da neden hızlı olmuyormuş. İnsanları memnun etmek mümkün değil. Biri bu şekilde şikâyet ederken görevli olduğunu anladığımız biri şükür yine bu var dedi. Olmazsa ne olacak dedi. Diyeceğine de pişman oldu. Adam hala şikâyet etmeye devam etti. Aslında söylenecek hiçbir şey yoktu. Adam istiyor ki anında yukarıya ışınlansın. Oysa şikâyet edeceğine Marmaray gibi müthiş bir aracın hayatımızda olduğuna şükretmeliyiz. İstanbul’un iki yakasını birleştiren bu araç veya benzer ulaşım araçları olan metro ağlarının İstanbul’da 70’lerde yapılmış olmalıydı. Ben bu kişiye bu düşüncemi ilettim ama gelin görün ki siyaset yapmakla suçlandım. Fakat o görevli beyefendinin kibarca ve tevazu içinde şükredelim demesi diğerinin şikâyet etmesi hayatımızın her alanındaki artı ve eksiyi yansıtıyor.
Dış Dünyadan

Camide olay
Eğer suçu işleyen Müslüman olsaydı anında breaking news manşeti ile yayın kesilir ve dehşet duyurulurdu. Oysa kurban namazını kılarken camide öldürülen bir Müslümandı. Masum bir Müslüman genç adam Fransa'nın La Grand Combe kentindeki bir camide vahşice öldürüldü. 40'tan fazla kez bıçaklandı ama sadece manşetleri okursanız fark etmeyebilirsiniz. Kapsam belirsiz, dil pasif ve bağlam eksikti. Bu arada, Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'un resmi bir yanıt vermesi iki gün sürdü. The Times medya kuruluşu olayı kurgularken cinayetin işlendiği alanın cami olmasını öne çıkarıyor. Aslında burada önemli olan vahşetin kendisi. Camide işlenmesi değil. Elbette 5N1K kuralına göre yer de önemli ama başlığa aldığınız ifade olayı bağlamından çıkarıyorsa bunda kasıt ararız. The Times manşeti; “Cami olayından sonra adam tutuklandı” yerine “Camide ibadet eden kişiyi ölümcül bir şekilde öldüren şüpheli İtalya’da yakalandı” şeklinde ifade edilmeliydi. Burada cinayetin işlenmesinin yanlışlığı üzerinde durulması gerekirken cami olayın-dan sonra tutuklama demek, dili pasifleştirmektir. Batıda İslamofobik cinayetler manşete çekilmiyor. Yani bir Müslümanın öldürülmesinin İslamofobi olarak nitelendirilmesinden çekiniliyor. Ancak Filistin’de işlenen cinayetler kınandığında antisemitist olarak yaftalanabiliyorsunuz. Batı bu medya dilini düzeltmediği sürece çifte standardın pençesinden kurtulamayacaktır. Bu arada bu haberi duydunuz mu: 25 Nisan tarihinde Fransa’da bir camide 24 yaşında öldürülen Malili gencin haberiydi bu. The Times’ın haberini irdeledik bu bölümümüzde. Yanlı haberleştirmesini kınadık. Mesela cinayeti işleyen kişinin adını göremedik. İslamafobi batıda hissettirilmeden önemsizleştiriliyor.

Periskop
Memurların cep telefonu ile ilişkisi
Nüfus memurluğunda bir işimizi halletmeye gittiğimizde numara almamız gerekiyor. Aslında bütün işlemlerin bu şekilde böyle yürüdüğünü biliyoruz. Bankada da sıra numarası alıyoruz belediyede de bir işimizi halletmek için sıra numarası alıyoruz. Ama eğer bu numaratör arızalıysa mecburen memurlardan yardım isteriz. Fakat dönüp memurlara baktığınızda büyük bir kayıtsızlıkla karşılaşıyoruz. Çünkü memurların kulaklarını size verip vermediklerini anlayamıyorsunuz. Nedeni ise hepsinin elindeki cep telefonları. Kafalarını bir zahmet telefonlardan kaldırıp yardım etmek şöyle dursun can kulağı ile söyleneni dinleyip gerekeni yapmak yerine bir de azarlanabiliyorsunuz. Devlet memurlarındaki bu kayıtsızlık, iş bilmezlik, iletişimsizlik vatandaşı çileden çıkarıyor. Cep telefonları çalışma ortamlarında bilhassa devlet kurumlarında mesai saatlerinde kesinlikle yasak olmalı. Memurlar işlerine odaklanmalı ve kendilerini vatandaşın yerine koymalı. Çok acil durumda sabit telefonların kullanılması yeterli olacaktır. Okullarda öğretmenlerin de telefonlarını öğretmenler odasında bırakmalı. Öğrenciler telefonlarını nasıl idareye her gün teslim ediyorlarsa öğretmenler ve müdürler de örnek olacak şekilde cep telefonunu kullanmamalılar.
Üniversite-halk buluşmaları ne kadar etkili olacak?
Üniversiteler neden bilim üretir? Bilim insanları neden araştırmalar yapmaya hayatlarını adarlar? Hayatın kendisini anlamak, sorgulamak ve hayatı daha yaşanılır kılmak için değil mi? Üniversiteler sadece bilginin üretildiği ortamlar değil, toplumun kültürel unsurlarının da korunduğu, geliştirildiği yerlerdir. Bu nedenle toplumla ilişkileri kopuk bir üniversite anlayışı düşünülemez.
Geçtiğimiz Şubat ayı içinde sessiz sedasız güzel bir adım atıldı. Bu adım da diğer güzel adımlar gibi sessiz sedasız sona erecek mi yoksa olması gerektiği gibi halk içinde itibar görecek ve kabullenilecek mi bunu zaman gösterecek. Ağrı'dan Konya'ya, İstanbul'dan Ankara'ya üniversitelerde Bilim İletişim Ofisleri kuruldu, burada görev alanlar bir araya gelerek planlamalar yaptılar. Bilim insanlarımızın küresel çapta görünür olması bir hedef olarak belirlenmişken, Bilim Kafe etkinlikleri ile halk ve üniversite buluşmalarının gerçekleştirilmesi de bir diğer amaç olarak ortaya konuldu.
Yüksek Öğretim Kurulu tarafından bir proje çerçevesinde başlatılan bu çalışma ile bilginin daha erişilebilir ve anlaşılır hale getirilmesine olanak sağlanacağı açıklandı. Hani öğrenciler hep sorar ya "bu öğrendiklerimiz hayatta ne işimize yarayacak? " diye... Aslında tüm bilgilerin hayat içinde bir işe yaradığını ve o muhteşem "bir"lik içinde her bilginin ayrı bir yerinin olduğunu, o "bir"liğin bu parçalardan oluştuğunu anlatabilmek bile Bilim İletişim Ofislerinin en önemli görevlerinden biri olacaktır kanısındayım. İyi niyetlerle başlanan her çalışma ne yazık ki hedefini bulamıyor. Yönetimler değişince atılan güzel adımlar unutulabiliyor.
Dilerim ki bilim politikamız içinde halkı ve üniversiteleri böylesi birleştiren bir proje devamlılık arz etsin. Çünkü halktan kopuk bir şekilde gelişecek üniversite anlayışı, üniversitenin ana hedeflerinden de sapmasına yol açacaktır. Bilimsel üretimi ve toplumu bir araya getiren halka açık seminerler, paneller zaten düzenlenmekteydi. Ancak halk bazen üniversite toplantı salonlarına hatta kütüphane gibi kurumlara bile adım atmakta çekinebiliyor. Bu proje ile halkın yanına, bulunduğu alanlara bilimsel bilgiyi götürmek hedefleniyor.
Kafeler, kıraathaneler, vapurlar, lokaller gibi halka açık alanlarda anlaşılır terimlerle yapılacak bilimsel paylaşımların halkın da ilgisini çekeceğini düşünüyorum. Çocuklarının sorduğu "bunu neden öğreniyoruz?" soruları için onlara bir yol göstereceğine inanıyorum. Bilim insanları bilgiyi paylaşım konusunda daha cömert olmazlarsa, meydan kendini uzman sanan, cahil cesareti ile toplumu yönlendirmeye çalışan insanlarla doluyor. Sosyal medya sayesinde seslerini duyuran bu kişiler, yanlış bilgilerle insanımızın akıl ve ruh sağlığını da tehdit ediyorlar. Ellerindeki telefonla ulaşabildikleri her bilgiye inanan insanlar, yanlış bilginin yayılmasında da ne yazık ki önemli bir rol oynuyorlar.
Eleştirel düşünerek doğru bilgiye erişmek, doğru bilgiyi yanlıştan ayırabilmek, kışkırtılmaya tenezzül etmemek bilgi toplumu olma yolunda yürüyen insanlardan beklediğimiz davranışlar. Bilim insanı konuşmadan, gerçekleri anlatmadan, binbir zorlukla edindiği ilminin karşılığını topluma vermeyi nasıl düşünebilir ki? Bu nedenle bilim ve toplum arasında büyük bir uçurum olmadığını, aslında toplumun hayatını kolaylaştıran her şeyde bilimsel bilginin izi olduğunu, kültürün nesilden nesile aktarılmasında üniversite araştırmalarının büyük katkısı olduğunu bilim insanları anlatmazsa kim anlatacak? Bilim insanları, sosyal medyada abartılan ama bilimle hiç ilgisi olmayan bazı kişilerin, toplumun kafasını karıştırmasına göz mü yumacak? İlmin gereği bu mudur?
Üniversiteler neden bilim üretir diye tekrar sormak istiyorum. Akademik unvanlarla yükselmek için mi, bazı sayıların istatistiksel olarak artması için mi yoksa halka dokunmak, insanları ve hayatı okuyuşlarını yine insanlara ve gelecek kuşaklara anlatabilmek için mi? Bu manada bilim kafeleri de yapılacak bilim festivallerini de üretilen ve üretilecek açık erişim kaynaklarını da bilim iletişimi başlığı altında yapılacak her çalışmayı da destekliyorum ve sonuçları merak ediyorum. Yeter ki kağıt üstünde kalmasın ve gerçek anlamda hayata geçirilsin. Bu nedenle Mayıs ayı içinde başlanacağı açıklanan bilim kafe toplantılarını ben de umutla bekliyorum. Bilimi sevmek, onu sadece öğrenmek ve uygulamakla değil anlatmakla da mümkündür diyerek çıkılan yolda üniversite ve halk buluşmalarının ülkemiz için faydalı olmasını diliyorum. (Doç. Dr. Işıl İlknur Sert)