İran nükleer müzakerelerinde kilit noktada mıyız?
İran nükleer programı çevresinde heyecanlı günlerden geçiyoruz. Geçtiğimiz hafta nereye gidiyoruz sorusuna belki cevap vermemize ışık tutacak gelişmeler yaşandı ama hala toz-duman dinmiş değil. Bu nedenle uluslararası toplum birbirine zıt senaryoların olabilirliğini tartışmaya devam ediyor. Senaryolara gelmeden önce son günlerde neler oldu hatırlayalım. Bir kere İran nükleer programının ne kadar geliştiği ile ilgili iki rapor Batı basınına yansıdı. Bu raporlardan ilki UAEA denetimcilerinin gözlemlerini yansıtıyor ve aslında raporda bir sürpriz yok. Deniyor ki İran kısa bir sürede 10’a yakın nükleer bomba üretebilecek zenginleştirilmiş yakıta yaklaşmış durumda. Kısa sürenin ne olduğu tartışma konusu zira bu istihbarat ile ilgili bir bilgi. Ama tahminler İran’ın bomba düzeyi zenginleştirilmiş yakıt elde etmekten birkaç hafta, bir bomba elde etmekten de birkaç ay ile bir yıl arası bir süre uzaklıkta olduğunu söylüyor. 10 bomba inşa etmesi bir yıldan fazla sürebilir. 2018’de ABD JCPOA’den çekildiğinde İran’ın hem kötü senaryoya hem de ABD ile tekrar masaya oturmaya hazırlanmaya başladığını biliyoruz. Nükleer faaliyetlerini hızlandırdı ve nükleer eşik dediğimiz seviyeye ulaştı. Birinci Trump dönemi atlatıldığında İran, Biden yönetimi altında muhtemelen bir anlaşma ile işlerin toparlanmasını bekliyordu. Ama Biden, İran’ın katettiği yolun bilincinde olduğundan İran için bir zafer anı yaşatmadı ve Tahran’ı oyalamaya devam etti. Amaç, Tahran oyalanırken İran’ı ve uzantılarını dengeleyebilecek bir bölgesel atmosfer inşa etmekti. Neredeyse de Biden yönetimi bunu başarıyordu. Filistin meselesi göz ardı edilmeseydi, Netanyahu’nun yerine daha az radikal biri seçilseydi belki hikâye farklı olurdu. Ama hikâyenin sonu 7 Ekim saldırıları ile bitti ve iden yönetiminin Ortadoğu planları altüst oldu. Tahran- ki 7 Ekim saldırılarına kadar masada oyalanıyor gözüküyordu- oyalanmasının çok pasif, eli böğründe bir oyalanma olmadığını gösterdi. Milislerine aktarmış olduğu teknoloji ve 7 Ekim saldırısının arkasında kim var sorularını bir yana bıraksak bile tüm hengamede İran’ın nükleer faaliyetlerine devam ettiğini görüyoruz. Bu faaliyetler ve bugün İran’ın nükleer eşiğe gelmiş olması, İran’ın en önemli pazarlık kozu olmaya devam ediyor.
ABD anlaşmak istiyor ve İsrail’i uyarıyor
İkinci raporda da şaşıracak bir şey yok, UAEA ve BM gözlemci ve denetçilerinin İran’da bazı tesislere girip denetim yapmalarına izin verilmemiş. Bu tesisler ABD istihbaratı tarafından İran’ın askeri amaçlarla nükleer çalışmalar yaptığı tesisler olarak biliniyor. Faaliyetlerin ara ara durduğu rapor edilse de geçmişteki İsrail’in sabotaj ve suikast eylemlerinden biliyoruz ki Tel Aviv bu sahalarda olanları yakından izliyor. Nitekim raporlar uluslararası kamuoyuna üstünkörü olarak sızdıktan sonra Netanyahu paylaştığı Şabat mesajında uluslararası topluma seslendi ve İran’ın nükleer silah peşinde olduğu ve durdurulması gerektiğini söyledi. İki-üç gün önce, NY Times’ın İsrail’in İran’ı vurmak için Trump’a danıştığı ve ABD başkanının hayır dediği haberi kamuoyu ile paylaşılmış, İsrail konuyu yalanlamıştı. İsrail’in inkarına rağmen Trump kameraların önünde Netanyahu’ya hayır dediğini söylemekten çekinmedi. Wittkof’un ABD’nin İran nükleer programı ile ilgili önerisini BM’ye ve Umman aracılığıyla İran’a göndermesinden hemen önce geldi Trump’ın sözleri. Trump, Netanyahu’ya neden hayır dediğini açıklarken, İran ile bir anlaşmanın olası olduğunu ve İsrail’in İran’a yönelik askeri bir operasyonunun bu anlaşmaya zarar verebileceğini söyledi.
ABD ve Trump yönetimi İran ile anlaşmak istiyor, İsrail’in tek başına İran’a- hava savunma sistemleri zarar görmüş İran’a yönelik bir askeri müdahalesinin başarılı olacağı iddiasını ise satın almamış durumda ABD. Bu İsrail için elbette kötü haber, zira anlaşma İran’a nasıl bir sınırlama getirecek bu henüz belli değil. JCPOA stili bir sınırlama İsrail tarafından bir kazanç olarak görülmemişti. Ayrıca her anlaşma ve sınırlamanın bir son kullanım tarihi var, bu gerçekten yola çıkarsak hikâye bir anlaşma ile bittiği takdirde İsrail’in caydırıcılığının tam anlamıyla işlediğini kimse söyleyemeyecek. Bu nedenle İsrail – ki müzakere sürecine taraf değil, NPT anlaşmasına taraf değil, 100’e yakın nükleer silahı olmakla beraber bunların varlığını açıklamadığı bir politika izliyor dolayısıyla açık bir nükleer doktrini yok- İran’ın tüm bu süreci nasıl bir kazançla kapatacağını yakından izliyor. Bölge, anlaşma ve nükleer silahsızlanma rejiminin yaşayacağı ama nükleer teknolojinin yayılacağı bir bölge olabilir. Bölge, tam tersi anlaşmanın olmadığı ve provokatif zeminde nükleer silahlanmaya doğru giden bir bölge olabilir. Her iki senaryoda da İsrail’in endişesinin sadece İran kaynaklı olmayacağını söyleyenler, Körfez’i de -özellikle Suudi Arabistan-ABD nükleer iş birliği müzakerelerinin sonucunu- işaret edenler de var. Bu iki senaryo da İsrail’in çok hoşuna gitmediğinden ABD’nin İran’a yüklenmesini sağlamak, ya da daha mümkünü tek başına ABD desteği olmadan İran’ın Natanz ve Fardow’daki tesislerini vurmak İsrail’in gündeminde. Bu tür bir saldırı, İran’ın misillemesini getireceğinden ABD, İsrail’e yardım etmek zorunda kalacak Tel Aviv’e göre.
İsrail’in tek başına saldırısı mümkün mü, arzu edilir mi?
Ünlü Begin Doktrini, İsrail’in tek başına bölgede nükleer silah hayali kuran aktörleri durdurmasına müsaade ediyor. Yani İsrail’in açık bir nükleer doktrini olmasa da, önleyici ve caydırıcı doktrinlerini açık, daha önce başka aktörlere karşı kullanılmış ve İsrail’e göre ciddiye alınmalı. Tel Aviv, Lübnan’da Hizbullah’ın derinliğini sınırladığı ve Suriye’de de İran milisleri sahadan çekildiğinden İran’a yönelik hızlı bir saldırıyı durdurma şansının bölge devletlerinde ve- hatta ABD’de de olmadığını düşünüyor. Buna rağmen Netanyahu’nun Trump’tan icazet istediğini görüyoruz. Dolayısıyla hızlı bir saldırının yüzde yüz amaca hizmet edeceğinden Tel Aviv’de şüpheleniyor olmalı. İran’ın misillemesi karşısında yalnız kalmak istemiyor. Körfez de İran’ın kendisine yönelik İsrail saldırısından sonra misilleme yapabileceğini düşünüyor. Bu misillemenin Körfezi – pek çok nedenle- hedef alması ve cehenneme çevirmesi mümkün. Bu yüzden Körfez ABD ve İran arasında bir anlaşmayı tercih eder durumda. Üstelik İran ve Suudi Arabistan, Pekin sağ olsun, ilişkilerini normalleştirmişti. Dahası Körfez, Ortadoğu’da oraya buraya etkili ve güvenli olacağım diye para akıtmakla meşgul. ABD-İran arasında işler iyi giderse Amerikan şirketleri belki İran’a nefes vermeye hemen dönmez ama Körfez yatırımının önü açılabilir. Bu nedenle zaten Riyad, Tahran’a anlaşma yapmasını aksi durumda herkesin, ama en çok da Tahran’ın kaybedeceğini söylemeye devam ediyor.
Wittkof’un önerisi ne demek?
Anlaşma ihtimali, Trump yönetiminin kamuoyuna açık bir biçimde desteklediği bir seçenek. Trump, sonuç odaklı gidiyor ve İran’ın nükleer kapasitesini, onu vurmadan yok etsek bu iyi olmaz mı diye soruyor. Durum sadece bu cümleden ibaret olsaydı çözüm çok kolay olurdu. Ama konu teknik bir konu ve JCPOA’den daha güçlü bir sınırlama nasıl getirilecek veya bugüne kadar denetim mekanizmalarının başaramadığı bundan sonra nasıl başarılacak teknik kısımlar, doğal olarak kamuoyuna açık olmadığı için, bir şey söylememiz güçleşiyor. İran dış işleri bakanı Wittkof’un son planı üzerinde net bir şey söylemekten kaçındı ve kararın İran’ın çıkarlarına ve haklarına uygun olarak verileceğini söyledi. Bu cümle Tahran’ın tekrarlayageldiği “uranyum zenginleştirme hakkından vazgeçmeyeceğiz” ibaresiyle örtüşüyor. Wittkoff’un planı İran’ın topraklarında zenginleştirme yapmaktan vazgeçmesine dayanıyor görünüyor. Müzakerelerin bir aşamasında İran, 2007’de kendi önerdiği bölgedeki Müslüman ülkelerin ortak zenginleştirme mekanizması, konsorsiyumu oluşturma fikrini masaya sürmüştü. Konsorsiyumun bir ayağının Körfez olacak olması son derece önemli. Suudi Arabistan-İsrail kapalı kapılar ardında ya da dolaylı yoldan ABD üzerinden nükleer iş birliği filan konuşurken, “kime niyet kime kısmet” gibi bir durum. Wittkoff’un önerisi ile ilgili – tabi ki ayrıntıları gizli- ABD basınında kurulan iki üç cümleden şunu anlıyoruz. Washington, bu konsorsiyum fikrine sıcak bakıyor ama konsorsiyumun içerisine kendisini de koyuyor. Ortak üretimden ne kastedildiği ve nerede yapılabileceği bu nedenle muğlak.
ABD, uzun bir süre Ortadoğu’daki aktörlere kendi topraklarında zenginleştirme hakkı konusunda sınırlandırıcı oldu. Bu sınırlandırma nükleer iş birliğinin ya da teknoloji paylaşımının önünün kapanması demek olmuyor. BAE ve ABD’nin zamanında yaptığı nükleer anlaşma buna en güzel örnek, ama nükleer silaha sahip olmayan devletlerin elinde olan NPT 4. Madde hakkının tırpanlanması demek oluyor. Riyad da Tahran da buna hep soğuk bakmışlardı. ABD’nin içinde olduğu ortak üretim hangi prensiplere dayanacak bu nedenle kesinlikle çok önemli ve kim buna neden evet diyecek daha da önemli. İran’ın teknoloji açısından kazandığı bilgiyi ise İran’ın elinden almak mümkün değil. Ayrıca bu tür konsorsiyum gibi fikirler üzerinden gidiliyorsa müzakerelerin geçici anlaşma çerçevesine sınırlı olmadığını düşünebiliriz. Geçici anlaşmalar, çözümsüzlüğün çok kayıp ürettiği ve güç kullanmanın sınırları olduğu durumlarda birer ara çözüm olarak ortaya çıkıyor ve bir son kullanım tarihleri var. Taraflar bu tarih üzerinden zaman kazanıyor ve birbirini sınırlandırıyor. Eğer Trump’ın aklında olan geçici değil kalıcı bir modelse o zaman hangi prensipler üzerinden bu model çiziliyor tüm Ortadoğu’yu etkileyecek. Yeni bir bölgesel düzen arifesindeyiz bile diyebiliriz o zaman. Bu tür bir Ortadoğu’ya tekrar bakıp kim ne kazandı, kim ne kaybetti sorusunun cevabını ise ancak o gün vermemiz mümkün. Bugün kazançların yeniden dağılacağı bir Ortadoğu ile birilerinin birilerini vurabileceği bir Ortadoğu arasında salınıyoruz. Heyecanlı günlerden heyecanlı günlere koşuyoruz…