İstanbul
Açık
12°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce

Kalbimizdeki savaş

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:

İnsanın kalbindeki iki temel güç olan “iyilik” ve “kötülük” sürekli savaş hâlindedir. “Biz hangisini beslersek o kazanır.” Kalbimizdeki bu iki gücün savaşı; aslında hayatımızın yönünü, akışını ve sonucunu belirleyecek düzeydedir.

Temelde iyilik ve kötülük ile karakterize olan bu iki güç, çoğu zaman aşk ve nefret; pozitif ve negatif; aydınlık ve karanlık; melek ve şeytan; güzel ve çirkin; sevgi ve nefret; dert ve derman; vermek ve almak gibi versiyonlarla karşımıza çıkar. İşte hayatımız, birbirine karşıt olan ama aynı zamanda birbirini tamamlayan bu iki gücün mücadelesi ile geçer. Önemli olan, bu iki gücün savaşından hangisinin galip geldiğidir.

Her insanın yaşamını belirleyen bu iki güç dengesinin savaşı, her insana özgü bir sonuçla tamamlanır. Bütün mesele hangi tarafın galip geldiğidir. Bunu belirleyen ise bizim hangi tarafı daha fazla beslediğimiz ve büyüttüğümüzdür.

Temel psikoloji kitapları, insanın iyilik ve kötülük tercihinde iki kaynağın rol oynadığını belirtir. Bunlardan birincisi genetik yatkınlık, diğeri çevrenin öğrenme yoluyla kazandırdığı yatkınlıktır.

Şu hâlde insan olarak kalbimizde savaş hâlinde olan iyilik ve kötülük tercihinde ya genetik yatkınlığımızın ya yetişme ve öğrenmelerimizin yahut her ikisinin katkısı ile bir tarafı besliyoruz ve o tarafımız öne çıkıyor. Acaba kalbimizin daha çok beslendiği taraf hangisidir bir düşünelim? Düşünelim zira iyiliği de kötülüğü de üreten biziz aslında.

KÖTÜLÜĞÜ DE İYİLİĞİ DE BİZ ÜRETİRİZ

Oturup başkalarını suçlamak, eleştirmek kolaydır ama asıl olan bizim ne yaptığımız ya da ne yapmadığımızdır.

Çeşitli madenleri eritip, sonra uygun şartlarda geliştirip topa, tüfeğe, mermiye yahut süngüye, bıçağa dönüştüren; aynı şekilde çeşitli madenleri yine bazı işlemlerden sonra ameliyat malzemelerine, ev araç gereçlerine çeviren de insan. Birisi ile insanları öldürürken, diğeri ile hayatı kolaylaştırıyor ve insanları kurtarıyoruz. Hem öldürüyor hem yaşatıyoruz. Aslında hayatın odağında, anlamında; ölüm de var yaşamak da. Gece de var gündüz de. Siyah da var beyaz da. Asıl mesele, bizim ne yanda olduğumuzdur. Neyi tercih ettiğimiz, daha da doğrusu elimizdeki materyali ne amaçla kullandığımızdır.

Düşünün ki, bir bıçak doktorun elinde hayat kurtarır da bir caninin elinde öldürmenin aracı olur. Suçlu olan bıçak değil, kesen bıçak değil insandır. Onun iradesidir. İrademizi ne yönde kullandığımız; davranışlarımızı, hayatımızı etkiler ve belirler.

Özde amacımız nedir? İnsanı, insanlığı yaşatmak mı öldürmek mi? Günlük hayatımız ve davranışlarımızla insanları ya iyileştiriyor, güzelleştiriyor, geliştiriyoruz ya da aksi etkiler üretiyoruz. İşte bütün mesele burada. Bu çerçeveden bakmak, aile bireylerinin, iş yerindeki çevrenin, toplumun razı olduğu bir insan olma ya da olmamanın neresindeyiz sorusu çok daha büyük anlam kazanıyor.

KARŞITLARIMIZA VE KARŞITLIĞA DA İHTİYAÇ VAR

Düşünün ki; yeryüzünde hep aynı özelliklerde insanlar, ağaçlar, bitki örtüsü, hayvanlar olsaydı ne olurdu acaba? Dünya çekilmez olurdu. İnsanlar, ağaçlar, sular, kısacası bütün varlık âlemi birbirine ihtiyaç duyuyor ve bu yolla birbirini tamamlıyor. Yani “Bir”i oluşturmak, “Bir”i tamamlamak için varlar. Yani hepsi “Bir” olana, bütün olana doğru yol alıyor âdeta… Bu ayrı varlıklar bütün olma derdi ile dertliyken; aynı zamanda kendi bireysel varlıklarını da korumanın, sürdürmenin arayışındalar. Her canlı, her varlık, her eşya kendi varlığı ve bütünlüğünü korurken; bir yandan da birbirine muhtaç. Öyle ki, karşıtlar bile birbirine muhtaç.

Yerçekimi dünyadaki varlıklara karşı ama yerçekimi olmasaydı dünyanın hali ne olurdu? Sular durmaz, kumlar yerinden gider, eşya uçuşur ve yerinde durmazdı. Düşünün ki insan olarak birbirimize benzeriz ama aynı zamanda da farklıyız. Temel dönemler bakımından herkesin belirli bir zihinsel, duygusal ve fiziksel potansiyeli var. Ama her birinin iç bileşimi, karışımı ve davranış biçimleri farklı.

İnsanlar ayrı ayrı olmak, çoğu zaman kafalarını dinlemek için yalnız kalmak, kalabalıktan uzaklaşmak isterler ama çabuk sıkılıp tekrar kalabalığa, insanların arasına karışırlar.

Kâbe’nin etrafındaki dönüşlerin bir anlamı da farklı kişiliklerin “Bir”e ve bütüne doğru dönmeleri, bir hâlde olup birbirlerine yönelmeleridir aslında. İnsanoğlu kalabalığın içinde yalnız kalsa da yine de kalabalığı ister, özler.

Bize göre çok başka, çok karşı uçta da olsa insanlarla aynı ortamda olmak; bir paylaşımda bulunmak faydalar getiriyor. Hep aynı düşüncenin komşuluğunda, hep aynı görüşlerin dile getirildiği bir aile ortamında, bir aile şirketinde, bir siyasal partide, bir hükümette prototip insanlarla bir yere gitmek zordur. Şu hâlde farklılıkların, ayrılıkların, karşıt görüşlerin olduğu ortamların varlığı; gelişim, yeni fikir üretimi ve zindelik için gereklidir. Bunu başarmak zor değil aslında. Yeter ki kendi kendimize ördüğümüz mağaramızdan çıkalım, yeter ki toplama sözlere değil gönül çeşmemizden akan sözlere sarılalım…

 

Yorumlar
Yorumlar yükleniyor...
Daha fazla yorum yükle...