Bolca hamaset
Halit Kıvanç gibi bir anlatıcıdan uzun yıllar naklen maç dinleyen bizim kuşağımız için son zamanlarda televizyonlardan yayınlanan özellikle futbol müsabakalarındaki maç anlatımları –gençlerin tabiriyle- “kulağımızı kanatıyor”.
Sezon başıyla birlikte hem Avrupa Kupaları’ndaki takımlarımızın maçlarının anlatımı hem de yayıncı kuruluşun lig maçları aktarımlarındaki spiker arkadaşlarımızın performansları bolca hamaset ve gereksiz bir yüksek heyecan içeriyor. Beşiktaş-Shaktar ve Beşiktaş-Sn. Patrick’s maçlarında anlatım neredeyse tarihi bir “cenk” anlatımı tadındaydı. Fenerbahçe Feyenoord maçlarında da hemen hemen bu seviyede cereyan etti anlatım. Anlatana göre Fenerbahçeli oyuncular adeta kutsal bir cihad üzerindelerdi ve sonunda “düşman”ı denize dökmeye muvaffak oldular.
Lig maçlarının anlatımı da anlamsız bir tarafgirlik içerisinde seyrediyor gene. Maç anlatanlar adeta “kulüp televizyonunda” yayınlanan bir maçı anlatırcasına ve sadece tek bir açıdan bakarak daracık bir çerçeveden tanımlıyorlar sahada yaşananları. Adeta rakip hiç yokmuş ve rakibin de taraftarları maçı izlemiyormuş gibi bir “yok saymayla” gidiyor anlatımları. Eskiden Digitürk’te maçı oynayan takımların bakış açısından farklı tercihlere yönelik anlatan bir sistem vardı. O daha demokratikmiş bugüne göre demek ki.
Maçı anlatan spikerin sesinin tonu ve heyecanı hemen belli ediyor hangi takımı tuttuğunu. Tuttuğu takım hücum ederken anlatımındaki coşku ve seçtiği süslü tanımlamalar hücum sırası rakip takıma geldiğinde yerini sıradan, durağan bir hüviyete bürünüyor ve maçı anlatmaktan ziyade gereksiz detaylarla boğuluyor o sırada anlatımları.
Tribünlerin coşkusunu hissetmek ve bu hissi maç anlatırken de hissettirmek başka bir şeydir, taraflı maç anlatmak daha başka bir şey. Halit Kıvanç, Tansu Polatkan, Öztürk Pekin, Ercan Taner gibi spor anlatıcıları bu dengeyi çok iyi kurar ve izleyenleri keyifle bilgilendirirlerdi. Kenan Onuk’un anlattığı bir spor aktivitesini izlemek adeta terapi gibi gelirdi. (Ölenlere rahmet olsun, hayattakilere sağlık-afiyet)
Bu biraz da arz talep dengesinden kaynaklanıyor her şeyde olduğu gibi. Fanatikliğin başka bir versiyonu diyebiliriz. Taraftar yılda binlerce lira verdiği yayıncıdan kendi keyfini arttıracak bir yayın bekliyor “müşteri” olarak. Çünkü normal taraftar bir şeye para harcamaya başladığı anda tüketici sınıfına geçiyor ve elbette “müşteri daima haklıdır” piyasa ön kabulü devreye burada da giriyor.
Oysa eskiden olduğu gibi gördüğünü tarafsız şekilde anlatan spikerlere ihtiyacımız var sporsever olarak. Zaten ekonomide, trafikte, iş yerinde, çarşıda-pazarda çok yüksek bir gerilim altında yaşıyoruz, keman teli gibi gerginiz her birimiz. Bir de haftada bir iki akşam daha da gerilmeye, gazlanmaya, dolduruşa gelmeye ve goy-goya hiç ihtiyacımız yok.
Neyse aslında bu haftaki yazıda snooker’dan ve “The Rocket”den bahsetmek lazımdı ama snooker bizde pek bilinen bir spor olmadığı için ancak son paragrafta anlatabiliyoruz.(Marifet iltifata tabidir, müşterisiz meta zayidir.)
Ronnie O’Sullivan’ın Cidde’deki performansı şampiyonluğu son frame’de Robertson’a kaybetse bile spor tarihine geçti. Peş peşe yaptığı 147’ler, final maçını 7-2 geriden 9-9’a getirmesi falan efsaneydi. (Meraklısına bkz.Youtube)
PS: 17 Ağustos 1999 depreminde vefat edenleri unutmuyoruz ve depremsiz günler diliyoruz.