Adaletin gölgesinde kalan toplum
Merkez Bankası’nın eski başkan yardımcısı, yolsuzluk suçlamasıyla tutuklandı. İlk bakışta, bu olay sıradan bir adli vaka gibi görünebilir: Bir kamu görevlisinin usulsüzlük iddialarıyla karşı karşıya kalması, soruşturma ve ardından gelen tutuklama. Ancak, olayın dikkat çekici bir yanı var: Tutuklanan kişinin, cebimizde taşıdığımız 200 liralık banknotların üzerinde imzası bulunuyor. Yani, günlük hayatımızın en somut sembollerinden biri olan para biriminde adı yazan bir kişi, şu anda cezaevinde. Bu durum, olayı basit bir hukuki meseleden çıkarıp, toplumun adalet algısını ve siyasi reflekslerini sorgulatan bir sembole dönüştürüyor.
SOSYAL MEDYANIN VE EKRANLARIN REFLEKSİ
Haberin yayılmasıyla birlikte, sosyal medya platformları ve televizyon ekranları, her zamanki gibi hızlı bir tepkiyle doldu. Kimileri, “Bu adam AK Parti’ye yakınmış, demek ki bir hesaplaşma var” yorumunu yaptı. Diğerleri, “Parti içi kavga mı çıkıyor? Yoksa kendi adamlarını mı harcıyorlar?” sorusunu gündeme getirdi. Bazıları ise daha ileri giderek, “Onlar kendi adamlarını tutuklar mı hiç? Mutlaka bir oyun dönüyor” dedi. Bu tepkiler, Türkiye’de alışıldık bir manzaranın parçası. Bir kamu görevlisi yargı önüne çıktığında, olayın hukuki boyutu genellikle ikinci planda kalıyor; onun yerine siyasi bir arka plan aranmaya başlanıyor. Yargılama olmazsa “koruma kalkanı”, yargılama olursa “iç hesaplaşma” deniyor. Sonuçta, devlet ne yaparsa yapsın, adalet mekanizması eleştiriden kurtulamıyor.
NEDEN HEP BİR “PERDE ARKASI” ARIYORUZ?
Peki, bu şüpheci yaklaşım neden bu kadar yaygın? Türkiye’de, özellikle son yıllarda, her olayda bir “perde arkası” arama alışkanlığı yerleşti. Bir yolsuzluk iddiası mı var? Evet, olabilir; ama asıl mesele, “Kim kime mesaj veriyor? Hangi grup hangi grubu tasfiye etmeye çalışıyor?” oluyor. Hukuk, deliller ve adalet yerine, komplo teorileri devreye giriyor. Bu yaklaşım, sadece siyasi olaylarla sınırlı değil; neredeyse her alanda kendini gösteriyor. Bir doğal afet olsa “üst akıl”, bir ekonomik kriz olsa “dış güçler”, bir yargı kararı olsa “güç mücadelesi” deniyor. Oysa bazen mesele çok daha basit: Birileri yanlış yapıyor, kanuna aykırı davranıyor; devlet kurumları da bunu tespit edip gereğini yapıyor. Ancak toplum olarak, gölgelerde yaşamaya o kadar alıştık ki, güneş ışığını gördüğümüzde bile şüpheleniyoruz. Bu şüphecilik, sağlıklı bir eleştiriden çok, toplumsal güveni kemiren bir paranoyaya dönüşüyor.
PARANIN İMZASI VE TOPLUMUN ZİHNİYETİ
200 liralık banknotlardaki imza, elbette sembolik bir unsur. Para basımında yer alan imzalar, resmiyetin ve güvenin bir temsili. Ancak bu olayda, o imza üzerinden toplumun zihinsel yapısını okumak mümkün. Paranın üzerinde adı olan biri yolsuzluktan tutuklandığında, kimsenin aklına ilk olarak “Demek ki adalet mekanizması işlemeye başlamış, kimse dokunulmaz değil” demek gelmiyor. Bunun yerine, hemen “İktidar içi kavga mı var? Bu tutuklama kimin işine yarıyor?” soruları soruluyor. Bu refleks, adaleti bağımsız bir değer olarak kabul etmemenin bir sonucu. Her gözaltı, her soruşturma, her mahkeme kararı, illa ki politik bir arka plana bağlanmalı; yoksa anlamlı bulunmuyor. Bu bakış açısı, sadece bireysel olayları etkilemekle kalmıyor; devletin kurumlarına, yargıya ve toplumsal vicdana duyulan güveni zedeliyor.
ADALETİN NİYET SORGUSU: EN BÜYÜK ADALETSİZLİK
Bir ülkeyi düşünün: Bir suçlu yargılandığında, “Bu bir hesaplaşma, yoksa neden şimdi?” deniyor; yargılanmadığında ise “Koruyorlar, adalet sadece zayıflara işliyor” diye eleştiriliyor. Bu durumda, devlet ne yaparsa yapsın, yaranamıyor. Halk arasında sıkça kullanılan bir atasözü var: “Ağzınla kuş tutsan yaranamazsın.” Tam da bu durum. Bu döngü, sadece siyasetçileri veya bürokratları değil, sıradan vatandaşları da etkiliyor. Herkes, her olayda bir “kazanan” ve “kaybeden” aramaya başlıyor. Adalet, niyet sorgusundan geçiriliyor: “Evet, yolsuzluk var, ama niyet ne? Kimin eli kimin cebinde?” Bu sorgulama, adaletin kendisini gölgede bırakıyor. Oysa adalet, tarafsız ve eşit olmalı; önyargılarla kirletildiğinde, kimse kazanmıyor.
ASIL YOLSUZLUK ZİHİNLERDE Mİ?
Belki de asıl yolsuzluk, paranın üzerindeki imzadan değil, zihinlerimizin içindeki önyargılardan başlıyor. Bu önyargılar, toplumun ilerlemesini engelliyor; çünkü gerçek sorunları çözmek yerine, hayali senaryolara enerji harcıyoruz. Eğer bir gün, bir tutuklamayı sadece “adalet işliyor” diye kabul edebilirsek, o zaman gerçek bir ilerleme kaydedebiliriz. Ancak şu anki halde, adaletin gölgesinde kalan bir toplum olarak, kendi kendimizi sabote ediyoruz. Adalet, politik bir araç değil; bir toplumun temel taşıdır. Onu önyargılarla zayıflatmak, hepimizi fakirleştirir. Toplum olarak, bu zihinsel yolsuzluktan kurtulmadıkça, ne parada imza olanların ne de olmayanların yargılanması, bize gerçek adaleti getiremeyecek.