Yeni Birlik Gazetesi
İstanbul
Parçalı bulutlu
15°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce

Anahtar Kelimeler (Şiir ve Şâir)

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:

Yaratıcılık bir disipline girmediği sürece ve bir anda aklımıza gelip yazıya ya da kayda alınmayınca kaçıp giden fikir gibidir. Şiir de ilk ya da ikinci veya son mısrâsı bizim nerede, ne hâlde, ne yapıyor olduğumuza bakmadan, dâvetsiz bir misâfir veya rastgele yakalanan radyo frekansında duyulan bir cümle ya da cümlecik gibi şâirin aklına gelir. Şâir de, Peygamber Aleyhisselâm’ın gelen vahyi unutmamak için tekrarlamasındaki telaşı yaşar gibi, kâğıt kaleme sarılır veya kâğıt kalem arar. Mehmet Âkif Ersoy’un Tâcettin Dergâhı’nda İstiklâl Marşı’nı yazma sürecinde kimi zaman yaptığı gibi, uykusundan uyanıp parmağını
kanatarak aklına gelen satır veya satırları yazması gibi. Bu, düşünme disiplininin en üst seviyeye çıkıp şâirin hayâtını yönlendirme etkisidir. Bu seviyede şâir, âdeta edindiği ve geliştirdiği disiplinin edilgen bir nesnesi, âdeta gizli bir elin tuttuğu kalem hâline gelir.

YAZMAKTAN KENDİNİ ALAMAMAK

Ünlü şâir Rilke’nin bir şâir adayına, ancak yazmaktan kendini alamadığı takdirde şâir olabileceğini söylediği rivâyet edilir. Rivâyet doğru olmasa bile tespit doğrudur. Tıpkı bir hâmile kadının anne olmasının, bebeği dünyâya getirmesinin kendi irâdesinin dışında mutlaka doğmasına bağlı olduğu gibi, şâir de, o anda her ne yapıyorsa onu bırakıp o an kalbine gelen şiiri yazar. Daha sonra üzerinde çalışacak bile olsa, o an denk gelen frekansı kaçırmamış olur. Bunu kendi şiir yazma tecrübelerimde birçok defa yaşamışımdır. Üniversite öğrencilik yıllarımda final sınavı sırasında gözetmenden fazladan bir kâğıt isteyip o an geliveren şiir parçacıklarını not aldığımı çok iyi hatırlıyorum. Başka bir zaman, derste sunum yapan bir öğrencimi dinlerken, sanki onun sunumuyla ilgili notlar alıyormuş gibi, defterin bir kenarına şu şiiri yazmışımdır:

Kadın;
Dünyâ hayâtının dişi hâli.
Kadın;
Düşlenen güzelliğin hayâli.
Kadın;
O varsa gözlerde, her şey tâli.
Kadın;
Cennet tadının tendeki hâli.
Kadın;
Mâsumken meleklerin emsâli.
Kadın;
Günahta iblisin muallimi.
Kadın;
Beşer ya! Erkeğin diğer hâli.

Uzun yıllar önce İstanbul Fâtih Hırka-i Şerif Mahallesi’ndeki Ümm-ü Ken’an Dergâhı’na yaptığım bir ziyâretten sonra, akşam yemek yerken birden aklıma “Dudak değesi bir zemin, eller açılası bir tavan” satırının gelmesiyle masadan kalkıp elime geçen kalemle, duyduğum bir şeyi yazarcasına şu mısrâları kâğıda döktüğümü anları hiç unutamam.

Konak

Dar bir sokak; girişteki câmi sanki nazar boncuğu.
Sağdaki konak; selâmlar caddeden gelen yorgunu.

Konağın yenilenmiş eski bir güzelliği var.
İçinde yaşamış, yaşlandıkça güzelleşen insanlar.

Önündeki birkaç basamağın yüksekliğini çıkanlar bilir.
Bu dünyadaki bambaşka bir âleme bu kapıdan girilir.

Girişteki çeşme, ha akıttı ha akıtacak sanki suyunu.
İçmedim ama, Zemzem’e bağlı zannederim kuyusu.

Çeşme sağ eliyle tutar sürükler üst kat merdivenine.
Zahmeti aynıdır merdivenin hem çıkana hem inene.

Zemin, birinci kat derken, varılır en üst kata.
Başlar, seslenilmişçesine döner sağ tarafa.

Bir eve sığdırılmış bu bambaşka âlem; Efendisi farklı.
Yeni duvarlarda geçmişin eskimeyen hoş sedâları saklı.

Ağırlığı biner içerideki ebedî haşmetin vücuda.
Derinden duyulur bir mûsıkî, o zaman söyletilen kemana.

Gâipteki kudümden sonsuz bir “kün” sesi duyulur.
Bu sarhoşluk ile o gülistan odaya buyurulunur.

Odadaki her bir zerre, aynı şeyi anlatır.
Buradan çıkınca bil ki, aklında “vahdet” kalır.

Dudak değesi bir zemin, eller açılası bir tavan.
Söyle derdini; hayırlıysa kabûl olur burada duân.

Rahmetli Prof.Dr. Ahmet Yüksel Özemre, atom mühendisliği yanında özel ilgi alanı olan tasavvuf temalı şiirlerinin yazılma hikâyelerini anlatırken, “Tuvalette bile geliyor azizim, ne yapacağımı şaşırıyorum” dediğini yakın çevresindeki dostları aktarmaktadır.

Bu hâtıralar, yazılan şiirin ilhâmının geldiği o an ile şâirin o anda ne yaptığı arasında hiç alâkası olmadığını gösterse de, bu tecrübelerin gösterdiği şu öznel gerçeklik vardır: Şâir, o şiiri yazmak için bir düşünce disiplini içine girebilmiş ve bu disiplini ikinci kişilerin gözlemleyemeyeceği bir şekilde içselleştirip hâl edinmiştir.

Bu disiplinde şâir, içselleştirdiği şiirin temâsını âdeta dünyâya bir çocuk getirircesine yaratıcı bir eylem hâlinde ortaya koymuş ve şiir, doğumu annenin irâdesi dışında başlayan bir çocuk gibi, şâiri ansızın işinden, gücünden, banyosundan, sınavından hatta uykusundan alıkoyarak kâğıda dökülmüştür.

Şiir, her ne kadar şâirin kendini alamadığı bir sanatsal yaratım süreci olsa da, bunun kısa sürede olduğu, âniden, geldiği gibi kâğıda dökülmesi şart hatta garanti değildir.

Yahya Kemâl Beyatlı’ın Rindlerin Ölümü adlı şiirindeki “serin” kelimesi için senelerce beklediği ve şiiri yayınlamadığı bilinir. İşte bu da Yahya Kemâl’in şiir felsefesinde, aruz kalıbına uyacak başka birçok kelime yerine, içine sinen, içinde doğumu bekleyen çocuğun ne erken ne de geç doğmamasını sağlayan bir disiplin ve sabır sâhibi olduğunu gösterir.

Her şâir gibi Yahya Kemâl’in yaratıcılıkta beslendiği, bakış açısını ve edebî ontolojisini dayandırdığı bir hayat felsefesi vardır. Ama aynı hayat felsefesine sâhip, Yahya Kemâl ile aynı duygu ve inanç dünyasına mensup başka nice kişi olmasına rağmen, o şiirleri Yahya Kemâl yazmıştır. Aynı şey her şâir ve o şâirin şiirleri için geçerlidir. Burada hayat felsefesinin ötesinde felsefenin düşünceyi disiplin altına olma ve bunu edebî beceri ile birleştirebilme kabiliyeti ve bu süreçte aşılması gereken engeller için sabır gerektiren özelliği ortaya çıkmaktadır.

Bu bağlamda felsefenin bir sanatçı olarak şâirin yaratma sürecinde iki kanatlı bir mekanizma olduğu söylenebilir. Bu kanatlar şâire hem ne yazacağını işâret eden, ilham eden hayat felsefesi hem de bu ilhâmı yazıya döküp kalıcı hâle getirmek için olmazsa olmaz düşünce ve eylem disiplinidir. Birinci kanat olmazsa o şiirin ilhâmı gelmez. İkinci kanat olmazsa ilham gelir ama sâhibi adreste bulunamadığı için geri dönen mektup gibi kaybolur.

Burada felsefenin varlığını hissettiren bir ara yüz vardır. O da şâirin her ilhâmı kâğıda döktü diye mutlaka yayınlanmaya lâyık bir şiir olmadığını bilmesidir. Bu ara yüz, işlevini yerine getirmezse, büyük şâir olma potansiyeli olan şâir adayı, sâdece kafiyeli laf cambazlığını şairlik zannedenlerin akıntısına karışıp gider. Şâiri bu akıntıdan kurtaracak şey de en geniş anlamıyla yine sâhip olduğu felsefesidir.

Yorumlar
Yorumlar yükleniyor...
Daha fazla yorum yükle...