Başımız Sağ! olsun
İstanbul...
Binlerce yıllık ihtişamın yorgun omuzlarında her an bir trajedi fısıldar.
Lakin bu defa, Fatih'in o kadim ve muteber duvarları arasında yankılanan acı, ne bir mitin abartısı ne de gotik bir romanın melankolisiydi.
Bizzat hayatın, tüm muğlaklığıyla yüzleştirdiği, en insafsız, en alaycı infazıydı.
Bu infaz, bir ailenin dört ferdini, Çiğdem'in, Servet'in, Kadir'in ve Masal'ın varoluşunu ebedi bir sükûta mahkûm etti.
Çiğdem ve Servet...
Muhtemelen, küçük birikimlerini büyük umutlara dönüştürmeye çalışan, mütevazı bir hayatın müdavimleriydi.
Belki de seyahatleri, uzun zamandır hayalini kurdukları, yorgunluklarını atacakları küçük bir kaçış, sıradan hayatlarına katacakları cazip bir anı olacaktı.
Çiğdem ve Servet umutlarını ve geleceğe dair muteber hayallerini, ellerindeki valizlere istikamet edinen gurbetçi bir çiftti.
Masal ve Kadir ise, yaşlarının getirdiği sonsuz enerjiyle memleketi keşfe çıkmış olmalılardı.
Otel odasında başlayan kısa bir İstanbul molasının final perdesi olacağı nerden gelebilirdiakıllarına!
Ölümün buzul nefesi, sinsi bir zehrin muğlak eliyle onları geri dönülmez sessizliğe iterken, geride sadece cevapsız mütemadi bir girdap ve derin bir sorgu kaldı.
Oysa ölüm gölgesini düşürmeden evvel, felaketin habercisi en keskin haliyle kendini göstermişti.
Hastane kapısına koşan bu meçhul aile, hayatlarında belki de ilk kez bu denli panik ve çaresizlik yaşamıştı.
Çocuklar, neredeyse kan kusan minik bedenleriyle hastane koridorlarında acziyetiçindelerdi.
Olayın vicdanları dağlayan kısmı tam da burası...
Hayati tabloya rağmen, iddiaya göre çocuklara sadece semptomatik bir yaklaşımla serum takılıp, kapsamlı bir müdahale gerek görülmeyerek gönderilmeleri...
Bu adeta imdat çağrısına verilmiş, kayıtsızlıktı.
Bedenlerindeki yıkıcı zehrin pençesinde can çekişen aileye, geçici bir rahatlama sunulup kapı gösterilmesi, bir skandalın ötesinde, kamusal vicdanın yara aldığı andı.
Bu durum, toplum olarak hepimizi şu sorguya itti:
Bu akıbetin faili kim?
Sadece biyolojik zehrin kendisi mi?
Yoksa insana ait o en temel refleks olan şefkat, dikkat ve liyakatini yitirmiş, acı çeken yavruları dahi hızla geçiştiren bir prosedürle ölüme terk eden hekim mi?
Servet'in çaresizliği...
Çiğdem'in anne yüreği...
Kadir'in yitik çocukluğu...
Masal'ın zamansız biten hikâyesi...
Onlar, sadece bilinmeyen bir zehrin değil, belki de en kritik anda fonksiyonel yeteneğini yitirmiş bir sistemin kurbanı oldular.
Aklım almıyor!
Nasıl olur da bir sağlıkçının kararı, cankurtaran olmaktan çıkıp, basiretsizce can yakan hale gelir.
Bu, basit bir hata değil; mesleki vicdana yönelik akıl almaz bir ihanet, kutsal göreve karşı büyük bir hıyanettir.
Olaylar zinciri elbet aydınlanacak, adli tıp raporları neticeyi ilan edecek ancak hiçbir rapor, hiçbir yasal yaptırım, Fatih'te sönen dört masum hayatı geri getirmeyecek.
Bu isimler, artık sadece adli vaka dosyasının soğuk satırlarında değil, aynı zamanda bu ülkenin sağlık ve vicdan envanterinde derin, onulmaz bir yara olarak müebbeden kalacak!
Bu elim hadise, tıbbi liyakat ve insani merhametin kesiştiği o hayatî eşikte, profesyonel körlüğün yarattığı yıkımı bir kez daha gözler önüne serdi.
Zehrin kaynağı ne olursa olsun, biliyoruz ki öldüren, ihmaller zinciri...
Umarım bu elim hadise ve taşınması güç vebal, ihmalkarlara son bir ihtar ve ağır bir hüküm olsun.
Başımız sağ olsun.