İstanbul
Açık
7°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce

Anahtar Kelimeler (Sanat ve Sanatçı)

YAYINLAMA:

Sanatçı (ressam, besteci, heykeltraş, mimar, hattat, müzehhip, sâzende, hânende, şâir, yazar, ilh.) “en iyi” olmaz. Bir şeyin “ürün” değil ama “eser” ve “sanat eseri” olması için “tek” olması gerekir. Yâni eşsiz, biricik, yegâne. Dolayısıyla sanat eserini ortaya getiren de “en iyi” olamaz çünkü “en iyi”de kıyas vardır. Kıyas için eşi, benzeri, muâdili olması gerekir. 

Sanatçı “daha iyi” bile olamaz. Sanatçı “iyi”dir ve o “iyi” içinde eşsiz olan, tek olan, benzersiz olan yegâne olan vardır.

Ünlü piyanist Arthur Rubinstein (1887-1982) ile ölümünde kısa bir süre önce yapılan röportajda kendisine 20. Yüzyılın en iyi piyanisti olduğunu söyleyenlere inanıp inanmadığı soruluyor. Rubinstein cevap olarak şunu söylüyor:

“Sâdece inanmıyor değilim aynı zamanda kızıyorum, çünkü çok açık bir şekilde dehşet verici ölçüde saçma. Bir dönemin, bir ülkenin, bir milletin en iyi piyanisti diye bir şey olmaz. Sanatta hiçbir şey en iyi olamaz; sâdece farklı olabilir. İster ressam, ister icrâcı, ister besteci olsun sanatçı sıfatını taşıyan biri hiçbir kimseyle kıyaslanamayacak, ortak hâle getirilemeyecek, aynı çizgiye konamayacak bir karaktere sâhip olmalıdır. Sanatçı kendisidir ve başka biri değildir. Benim için ikinci Liszt ya da ikinci Paderewski diyorlar. Bu yanlış bir ifâdedir. İkinci olan biri iyi değildir; taklitçidir. Bir sanatçı her hâlükârda kendi dünyâsında tek olmalıdır.”

Bir anlamda sanatçı kendisi için bir dünya yaratan ve kendine âit ve kendine özel o dünyâda tek başına yaşayan kişidir. Onu sanatçı yapan şey, onu biricik yapan sanatı ve o sanatın tezahürlerinin bulunduğu dünyâdır. Bu dünyâ tek kişiliktir. O dünyâya ikinci bir kişi giremez. Kişi, yapıp ettikleriyle, ortaya çıkardıklarıyla kendine özel bir dünya yaratamazsa, başka bir sanatçının dünyâsında yaşıyor demektir. Bu, en olumlu ifâdeyle işgalciliktir. Sanatçının tâkipçileri olabilir. Bu tâkipçiler, öğrencilerdir. Hocalarının dünyasına misâfir olarak girmelerine izin verilmiş, samimiyetlerini ispat etmiş kişiler olarak hocalarından öğrendikleriyle kendi dünyâlarını inşa etme sürecine girerler. Bu süreçte başarılı olanlar “sanatçı”, ortaya koydukları şeyler de “sanat eseri” olur.

Bu tıpkı Tanrı’nın “tek yaratıcı” olarak evreni ve evrenin bir parçası olan dünyâyı yaratması gibidir. Evren, gerçek Sanatkâr’ın eseridir; O’nun tezahürüdür. Yaratılan her şey O’nun varlığının tezâhürü ve tecellisidir. Bu tezâhürün farkında olan tek canlı olarak insan da Yaratıcı’yı taklit etme cesâret ve cüretini gösterir. Bu cüret, insana yüklenen bir sorumluluktur, bir emânet ve insanın varlık sebebidir. Tek Yaratıcı, varlığının tezâhürü olan âlem ile varlığını insanın farkına varmasına tenezzül etmiş ve insanı muhatap almıştır.  Yaratıcı’nın muhatap aldığı insan, O’nun taklid ederek kendisinin de biricik olduğunu ortaya koyma gayretine girer. Bu gayreti gösterirken, kendini diğer insanlardan soyutlamaz ki, benzerlikleri aşarak kendi farklılığını sanat eseri olarak ortaya koyabilsin.

Albert Camus, 1957 yılında Nobel Edebiyat Ödülü alması sebebiyle yaptığı konuşmanın bir bölümünde şöyle demiştir:

“Şahsen ben sanatım olmadan yaşayamam. Ancak onu her şeyin üstüne koymuş da değilim. Tam tersine, şayet ona muhtaçsam bu, sanatın çevremdeki insanlardan ayrı tutulamayacağından ve benim şu an olduğum gibi onlarla bir seviyede yaşamamı sağlayacağındadır.

Bana göre sanatın keyfi tek başınayken sürülemez. Ortak neşe ve acıların bir resmini sunarak olabilecek en fazla sayıda insanı coşturmak için sanat bir araçtır.

Bu yüzdendir ki sanat, sanatçıyı toplumdan kopmamaya zorlar. Onu en mütevâzı ve evrensel hakikate tâbi kılar. Kendisini başkalarından farklı gördüğü için sanatçı olma tâlihini seçmiş olanlar, çok geçmeden şunu fark ederler ki, kendilerinin başkalarına benzediğini kabullenmedikçe ne sanatlarını ne de farklılıklarını geliştirebilirler. 

Sanatçı vazgeçemeyeceği güzelliklerin ve ayrı kalamayacağı toplumun ortasında diğer insanlara uzanan bu sonsuz gidiş gelişlerde kendini yoğurur. İşte bu yüzden, gerçek sanatçılar hiçbir şeyi küçümsemezler. Yargılamak yerine anlamak zorundadırlar.”

Her şeyin, herkesin hatta her yerin ve her şehrin birbirine benzemeye başladığı çağımızda benzersizlikten, biriciklikten ve farklılıktan bahsetmek ne kadar karşılık bulur bilmem ama farklılık ve benzersizliğin şekil bulmuş olan sanat anlayışına âşina bile olmak çok şeyi düzeltecektir. Bu düzelmenin içinde hem farklılıkların getireceği renklilik hem de toplumsal tevâzu vardır. Küçümseme, hor görme ve bunların getirdiği ırkçılığın yeri yoktur.

MİMAR SİNAN’IN SANATI

Mimar Sinan’ı düşünelim. Süleymâniye Câmii, Selimiye Câmii ve daha nice devâsa ve anıtsal eseri insanlığa miras bırakmış o büyük sanatkârın, yaptığı eserlerin etrâfında yaşayan serçe kuşunu bile hesâba kattığını yüzlerce yıl sonra restorasyonlar sırasında öğreniyoruz. Yaptığı şaheserlerdeki tevâzu ile ihtişâmı bir araya getirirken, bu dengenin içinde zirve ile zerre arasındaki ilişkiyi de koparmamış ve gözümüze sokmadan anlatmıştır. Ayrıca bunu yaparken değil, başkalarını taklid etmek, kendini bile tekrarlamamış ve her eserinde “tek” olmanın örneğini vermiştir. Mimar Sinan, her eserinde kendini belli eder ama farklı bir Sinan görürüz.

Mimar Sinan veya onun kalfaları ya da bir mahalledeki mütevâzı terzi, ayakkabıcı, marangoz, taş ustası, demirci fark etmez, bu insanlar sanat ve zanaat ayrımı tartışmasına girmeden yaptıkları her işi biricik, bir önceki ve bir sonrakine benzemez hâlde yapmıştır.

TANBÛRÎ CEMİL BEY’İN TAŞ PLAKLARI

Bu sanat anlayışında sanat eserlerini görmek için müzelere, sanat merkezlerine gidilmez. Bu sanat anlayışıyla yapılan bir müzik eserini dinlemek için konser salonlarına gitmeye gerek yoktur. Sanatın biricikliği ve benzersizliği, her an her yerdedir. Ekmekler bile tek bir kalıptan çıkmış gibi değildir, fırın tezgâhındaki her bir somun, her bir insan gibi farklıdır. Fırıncı, bu farklılığı ortaya koyarken maddî bir karşılık beklemez. Bunun için el işçiliği ile yapılan ve “en pahalı” otomobil olarak satılan Rolls Royce olmasına gerek yoktur. 

Ses kaydı ve yeniden dinlenmesini sağlayan taş plak teknolojisi ilk çıktığında mesela Tanbûrî Cemil Bey, bir kere taksim yapıp onu çoğaltamazlardı. Her bir taş plak için yeni bir taksim gerekiyordu. Bu yüzden aynı etiketli plakların her birindeki taksim birbirinin aynısı değildi. Dinleyici taş plâğı defâlarca dinleyebiliyordu ama “master copy” (ana kayıt) yoktu. O yüzden Cemil Bey ve onun gibiler gerçek birer “master” (usta) idi. 

“TEK” OLANDAN “TEK KULLANIMLIK” OLANA

Rönesans’ın etkileri İtalya’da ortaya çıkmadan önce sanat ve zanaat ya da sanatkâr ve zanaatkâr arasında fark yoktu. Daha sonra Sanayi Devrimi de gelince artık, bir şeyin tek ve biricik olması değil, çok olması önemli hâle geldi. Çünkü çok olan daha ucuza mâl oluyordu ve daha çok kâr getiriyordu. Artık müzâyedelerde fiyatına fiyat eklenen “eserler” değil “ürünler” vardı. Bu ürünler nicelik olarak çoktu. Kolay ve kısa zamanda hatta hemen ulaşılan bu ürünlerin “sanat” adını alması için “bienal” gibi snopça şeyler yapılması gerekecekti. Neticede tek olan sanat eserlerinin yerini tek kullanımlık ürünler aldı. 

SANAT HİKÂYEDİR HİKÂYE HAYATTIR

Sanat, sanatkârın kendi hikâyesinin tecessüm etmiş hâlidir. Buna otobiyorafi de diyebiliriz. Herkesin hikâye anlattığı bir hayat, hikâyeler acıklı bile olsa sıkıcı değildir. Oysa ürünlerin ortaya çıkmalarında bir hikâye yoktur; seri üretim, hikâyesiz hayatlar yarattı. Bu yüzden rengârenk, yaldızlı, parıltılı ama yarına çıkmayan, kimin yaptığını bilmediğimiz ürünler mutlu etmiyor; onları seyretmek, dinlemek, kullanmak huzur vermiyor.

 

Yorumlar
Yorumlar yükleniyor...
Daha fazla yorum yükle...