İstanbul
Açık
12°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce

DEV BÜCÜR

YAYINLAMA:

Günlerdir kas seyrinden gına geldi. Evet, kas. Kol kası, bacak kası, ense kası… Hepsi kendilerine yüklenen görevlerin altından kalkmak için zorlandıkça zorlanmakta. Her birinin kendi sesi olsa inim inim inleyecek ya da acı çığlıklar atacak. Bu gönüllü engizisyon tablosuna bakarken dehşete kapılmayana şaşılır. Olimpiyat “oyunlarından” söz ediyorum tabii. (Öyle deniyor ama, nesi oyun bunların? Düpedüz yarışma, çekişme, boğuşma! En müthiş gerginlik içinde yaşanıyor.)

Fiziksel kıyaslamalara niçin o kadar önem verildiğini anlamak da zor. Türümüzün hiçbir bireyi tazı kadar hızlı koşamaz, kutup ayısı kadar uzun yüzemez, pire kadar yükseğe zıplayamaz. Başka yaratıkların bizden çok daha başarılı oldukları alanlarda birbirimizle boy ölçüşmek niçin o denli heyecan vermeli? Söz konusu canlıların kas üstünlükleri hiçbirimize kompleks de vermemeli. Evrendeki en önemli uzuv beyindir. Hangi türün hangi türe üstünlük sağlayacağını her şeyden çok onun kullanımındaki başarı belirler. Öyle olmasaydı insan eşeğe değil de eşek insana binerdi.

Yalnız, bir dakika. Beyin belirleyicidir dedik ama, onun zekâ potansiyeli kaba güç gibi kullanılabilirse toplum hayatı yine orman yaşantısına döner. Satranç şampiyonları başa geçip hemcinslerini ezer. Öyle olmuyor. Niçin? Çünkü beynin içinde yalnız güç (akıl) yok. Duygular da var: Sevecenlik, şefkat, merhamet, yardıma koşma güdüsü gibi. Olimpiyat yarışmalarının en ilginç bulduğum görüntüleri sonuca ulaşma anlarındaki foto-finiş durumları değil. Ulaşıldıktan sonra yaşananlar: Zafer coşkuları, böbürlenmeler, azgınlıklar, yenilgilerin hüznü, küskünlüğü, gözyaşları, insan ruhunun sayısız tepki seçenekleri… Bunlara bakarken türümüzün harika çok-çeşitliliğini seyreder gibi oluyorum. Rio Olimpiyatı’nın tartışmasız en büyük yıldızı Simone Biles adında minnacık bir zenci kız jimnastikçi. Kalabalık (555 kişilik) Amerikan heyetinin en kısa boylusu. Hayat yarışına da birkaç adım geriden başlamış: Annesi alkolik ve uyuşturucu bağımlısı olduğu için kız çok küçükken yabancıların eline kalmış. Anneannesi ve kocası Ron durumu görünce kız beş yaşındayken onu evlat edinip evlerine almışlar. Simone “Babam kim, annem kim, beni kim doğurmuş” gibi sorularla uğraşarak büyümüş. Ergenliğe kadar kimsenin dikkatini çekmemiş jimnastik salonlarında. Bir yarışmaya sokmuşlar ama salondaki her sözü duyduğu ve olaya odaklanamadığı için kaymış, düşmüş, yer jimnastiğinde yüzükoyun kapaklanmış. Bitirememiş yarışmayı. O anda karar vermiş, “Ben bu işi başaracağım” diye. Azmi yeteneği ve disiplini ile birleşince başarmış da. Bugün yalnız Rio’daki madalyaları değil, son yıllarda katıldığı bütün yarışmaları kazanmış durumda. Tuhaf bir şey: Kimse onu kıskanmıyor, kimse aleyhinde bulunmuyor. Çünkü o kimseyi kıskanmıyor, kimseyi çekiştirmiyor. Tersine, başkalarının başarılarının sevincini coşkulu bir neşeyle paylaşıyor. Yenilenleri, düşenleri, geri kalanları öpüp okşayarak teselli ediyor. Keşke insanların çoğu ona benzeyebilse! Dünya çok daha tatlı bir yer olurdu. Havada rekor sayıda taklalar atmak da şart değil.

Yorumlar
Yorumlar yükleniyor...
Daha fazla yorum yükle...