İstanbul’un saklı dünyasını keşfetmek için Fatih Belediyesi’nin mihmandarlığında ücretsiz ve rezervasyonlu gerçekleştirilen “Kapalıçarşı Hanlar Turu”nda biz de yerimizi aldık.
Bu özel turda sadece civar ilçelerden değil, İstanbul’un dört bir yanından katılım vardı; hatta Çayırova’dan bile gelenler olmuştu. Beyazıt Meydanı’nın kalabalığında buluşan bu genç ve dinamik ekip, sanat tarihçisi ve rehberimiz Hatice Hanım eşliğinde Kapalıçarşı’nın çatısına çıkmak için çarşının ara sokaklarda ilerlemeye başladık.
Tezgâhlardaki bin bir çeşit baharatın keskin kokusu adeta kendine meşk eder gibiydi. Kapalıçarşı, yerli ve yabancı birçok insana hizmet eden büyük bir ticaret merkezi. Yaklaşık 45 bin metrekarelik alanıyla adeta bir labirenti andırıyor. Sokaklarında yürürken kendimizi zamanın içinde yolculuk ederken bulduk.
Eskiden Kapalıçarşı esnafı her sabah dualarla dükkânını açar, “besmele”yle ticaretine başlardı. “Duâ merasimi” adı verilen bu tören, bölükbaşı tarafından yapılırdı. “Buyurun duâya!” nidasıyla çarşının ortasında toplanan esnaf ve ahâli; dönemin sultanı ve ordusunun selâmetine, geçmiş esnafın ruhlarına niyaz eder, Salâten Tüncînâ duasını okurdu. Şimdilerde ise bu güzel âdeti, bu zarif geleneği ne yazık ki kaybettik…
İstanbul’un fethinin hemen ardından, Fatih Sultan Mehmet tarafından 1461 yılında yaptırılan Kapalıçarşı’da bugün 3 bini aşkın dükkân, 22 kapı ve 14 han bulunuyor. Muhteşem İstanbul manzarasıyla da kendine âşık ediyor insanı.
İşte o an, Kapalıçarşı’nın çatısında kırmızı kiremitlerin sıralandığı o “kedi yolu” denilen ince yolda, tek sıra halinde ağır adımlarla yürürken bir yandan o manzarayı izliyorduk. Bir yanımız Nuruosmaniye’ye, bir yanımız Süleymaniye’ye bakıyordu. Bir yanda Beyazıt Camii, diğer yanda İstanbul Üniversitesi’nin yangın kulesi… Biraz daha uzaklara çevirdiğimizde gözümüz, Galata Kulesi’nin muhteşem silüetine takıldı.
Bir İstanbullu olarak bu güzelliğe neden bu kadar geç kaldığımı düşündüm, içimde hafif bir pişmanlık… O an, Ümit Yaşar Oğuzcan’ın şu dizeleri yankılandı içimde:
Sana geldim, içim ümitlerle dolu
Beni sarhoş etme İstanbul, ne olur
Bir gün ben de eririm caddelerinde
Çürür kemiklerim, adım unutulur
Yine sen kalırsın dipdiri, sımsıcak...
Kedi yolunda grubumuzla birlikte, rehberimiz Hatice Hanım’ın anlattıkları eşliğinde bir kez daha İstanbul’un büyüsüne kapıldık. Kapalıçarşı sadece tarih kitaplarında değil, Hollywood filmlerinde de eşsiz güzelliğiyle yerini almış bir mekân. Rehberimiz, çarşının kalbini oluşturan Cevahir Bedesteni ve Sandal Bedesteninden de bahsetti.
Çarşının ilk adımı olarak Cevahir Bedesteni inşa edilmiş, hemen ardından karşısına Sandal Bedesteni yapılmış. Zamanla eklemelerle bugünkü halini almış. Bedestenler çarşının temelini oluşturuyor; cadde ve sokaklar bu yapıların etrafında gelişiyor, dükkânlar ve hanlarla halka halka büyüyor.
Çarşının içinde birçok mescit bulunsa da sadece bir cami var: Çakır Ağa Camii. Dik merdivenli yapısıyla dikkat çekiyor. Panoramik İstanbul manzarasında çektirdiğimiz hatıra fotoğraflarımızın ardından yavaş yavaş çarşının ara sokaklarına indik.
Burada mutlaka görülmesi gereken bir durak var: Çukur Kule. “Çukur Kule de ne?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Ufak bir dipnot düşelim: Kapalıçarşı’nın en alçak noktasında yer aldığı için bu ismi almış. Bizans döneminde gümrük noktası olarak kullanılan Çukur Kule, zamanla harem kadınlarının alışveriş yeri haline gelmiş. Osmanlı’nın son dönemlerinde ise karakol ve gözetleme kulesi olarak işlev görmüş.
Daha sonra saray borçlarının ödenmesi karşılığında devredilerek bir muhallebiciye dönüşmüş. O dönem çarşının en gözde noktasıymış. Bugün ise Bozbeyi Mücevher Aile Müzesi olarak ziyaretçilerini ağırlıyor. Düşünüyorum da… Çukur Kule bile bu kadar değişimden geçtiyse, çarşının diğer hanları, bedestenleri kim bilir neler gördü? Bir dili olsaydı da şu duvarlar konuşabilseydi…
Kalabalıklar arasında ilerlemeye devam ettik. Takıların çeşitliliği karşısında adeta büyülendim. Kapalıçarşı esnafı, takı alışverişi için de mutlaka uğranması gereken bir durak. Biraz önce çatısından gördüğümüz kubbeleriyle meşhur Cebeci Han’dayız.
Dikkatimi çeken bir ses vardı… Sesin geldiği yöne yürüdük ve bir bakır dükkânına girdik. Karşımızda bir usta-çırak ilişkisi gördük. Geleneğin hâlâ yaşatıldığı o dükkânda, bakırın sanata dönüştüğü anlara tanık olduk. Radyoda Erkin Koray’ın “Sevince” şarkısı çalıyordu. Rehberimizden öğrendik ki bu dükkân, birkaç kuşaktır baba-oğul tarafından işletiliyormuş. Meslek aşkı işte tam da buydu; şarkıda dendiği gibi:
“Sevince, durma durma koş ardından…”
Bir çay molası vermenin zamanı gelmişti. Rotamız: Zincirli Han. Hanın dik merdivenlerinden ağır ağır çıkarken Ahmet Haşim’in şu dizeleri geçti aklımdan:
Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden,
Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak,
Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak...
Zincirli Han’ın kiremit rengi duvarlarına, yeşil panjurlu pencerelerine hayran kalmamak elde değil. Tam ortasında bir çınar ağacı, arkasında ise dev bir Türk bayrağı… Tek avlulu, iki katlı bu han, diğerlerine göre daha bakımlı ve özgün bir yapıya sahip.
Arnavut taşı döşeli avlusunda yer alan nadide çeşmesi ve yanında esnafın maskotu haline gelmiş şirin papağanıyla adeta görsel bir şölen sunuyor. Zincirli Han’ın ismi de buradan geliyor: Duvarlarındaki uzun zincirler, çatılarda biriken yağmur suyunun zemine kontrollü akması için kullanılmış.
Biz de sessizliğin içinde, kedilerin miyavlamaları eşliğinde çayımızı yudumlayıp bu anı hatıra kareleriyle ölümsüzleştirdik. Ve böylece, Kapalıçarşı turumuzun sonuna geldik.
Yüzyılların emeğini, kültürünü ve el sanatlarını taşıyan bu çarşı, yaşayan bir tarih kitabı gibi. Hanların dar sokaklarında yürürken her köşe bir hikâye anlatıyor, her dükkân geçmişten bugüne uzanan bir geleneği yaşatıyor. Kapalıçarşı, hem turistler hem de kent sakinleri için tarih ve kültürle iç içe unutulmaz bir yolculuğa eşlik ediyor.



