1868’de İstanbul’da dünyaya gözlerini açan Abdülmecid Efendi, daha küçük yaşlarda Batı’ya açık bir eğitim aldı. Fransızca, Almanca ve İngilizce öğrendi. Fakat onu asıl özel kılan şey, kalbinin erken yaşta sanatla tanışmasıydı. Ressam Stanisław Chlebowski ve Fausto Zonaro’dan aldığı dersler, hayatının yönünü belirleyecekti. O günlerde başlayan resim tutkusu, ömrü boyunca en büyük yol arkadaşı oldu.
Hilafetle gelen ağır yük
19 Kasım 1922’de Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından 116. İslam halifesi seçildi. 24 Kasım’da Topkapı Sarayı’nda yapılan biat töreniyle görevine başladı. “Halife-i Müslimin” unvanını taşımak, hem onur hem de ağır bir sorumluluktu. Bir yanda Osmanlı’nın asaletini, diğer yanda İslam dünyasının manevi otoritesini temsil etmek onun omuzlarına yüklenmişti.
Sürgünle başlayan sessizlik
3 Mart 1924’te alınan kararla hilafet kaldırıldı. O günden sonra Abdülmecid Efendi’nin hayatı da bambaşka bir yöne savruldu. Ailesiyle birlikte yurdundan ayrılmak zorunda kaldı; önce İsviçre’ye, ardından Fransa’nın Nice şehrine yerleşti. Bir zamanlar dünyanın gözleri önünde olan halife, artık sessiz bir sürgün hayatı yaşamaya başladı. Siyasetten uzak durdu; ibadete, resme ve müziğe sığındı. Paris’e taşındığında ise müzeler, kütüphaneler ve konser salonlarında zamanını geçirdi. Her cuma Paris Camii’nde cemaatle bir araya gelerek yüreğinin bir parçasını memleketinde tutmaya çalıştı.
Sanatla ayakta kalmak
Abdülmecid Efendi, yalnızca Osmanlı’nın son halifesi değildi; aynı zamanda fırçasıyla, notalarıyla, kitaplarla yaşayan bir sanatçıydı. “Sarayda Beethoven”, “Haremde Goethe”, “Otoportre” ve “Zeybekler” tablolarında Doğu’nun ruhunu Batı’nın estetiğiyle buluşturdu. Sanat onun için sürgünde bile nefes almaktı. Yurdundan ayrılmıştı ama ruhunu sanatla diri tutmayı başardı.
Hüzünlü bir son
23 Ağustos 1944’te Paris’te hayata veda ettiğinde, ardında hem siyasi bir hatıra hem de sanatsal bir miras bıraktı. Fakat sürgün yasağı yüzünden cenazesi Türkiye’ye getirilemedi. On yıl boyunca Paris Camii’nde bekletildi. Nihayet 1954’te Medine’ye götürülerek Cennetü’l-Bakî Kabristanı’na defnedildi. Bu hüzünlü yolculuk, Osmanlı hanedanının sürgün kaderinin en acı trajik sembollerinden biri oldu.
Bugün ölüm yıldönümünde Abdülmecid Efendi’yi yalnızca bir halife olarak değil, sürgünde bile sanatla nefes almayı başaran bir yürek olarak hatırlıyoruz. Onun hikâyesi bize, insanın bazen en karanlık günlerinde bile sanatla, kültürle, inançla ayakta kalabileceğini hatırlatıyor.