21 Ağustos 1926’da İstanbul’un Kumkapı semtinde doğan Can Yücel, ilköğrenimini Boğaziçi İlkokulu’nda tamamladı. Şiire olan ilgisi, henüz çocuk yaşlarda babaannesinin anlattığı hikâyeler ve şiirlerle başladı. İstanbul’un farklı dillerin, renklerin ve kültürlerin harmanlandığı yapısı, onun hayal gücünü besledi.
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde Latince ve Yunanca eğitimi aldı. Daha sonra Cambridge Üniversitesi’nde klasik filoloji alanında öğrenim gördü. İngiltere’de bulunduğu yıllarda BBC Türkçe’de spikerlik yaptı. Ardından çeşitli ülkelerde öğretmenlik, turist rehberliği ve çevirmenlik gibi görevlerde bulundu.
Eserleriyle şekillenen bir edebi imza
1950’lerde yayımlanan "Yazma" ile edebiyat dünyasına adım attı. Ardından "Sevgi Duvarı", "Bir Siyasinin Şiirleri", "Gökyokuş", "Rengahenk" ve "Mekânım Datça Olsun" gibi eserleriyle edebiyatseverlerin hafızasında yer edindi. Onun şiirlerinde sevgi, doğa, toplum eleştirisi ve ironi her zaman önemli bir yer tuttu.
Can Yücel, Türk edebiyatında samimiyet, mizah ve yer yer argo ile bezeli taşlama tarzının usta isimlerinden biri oldu. Şiirleri, toplumsal olaylara karşı duyarlı, kimi zaman sert ama her zaman içten bir bakış içerdi. Onun kaleminde sevgi de öfke de aynı ölçüde sahiciydi.
Che Guevara ve Mao Zedong’dan yaptığı çeviriler, 12 Mart döneminde onu cezaevine götürdü. 15 yıl hapse mahkûm oldu ancak 1974’te çıkarılan genel af ile serbest bırakıldı. Hapishane yılları, onun şiirlerine yeni bir derinlik ve mücadeleci bir ton kazandırdı.
Datça’da geçen huzurlu yıllar
Hayatının son dönemlerinde Datça’ya yerleşen Yücel, burada doğa ile iç içe bir yaşam sürdü. 12 Ağustos 1999’da bademcik kanseri nedeniyle vefat etti. Datça’daki mezarı, her yıl edebiyatseverler tarafından ziyaret ediliyor.
Can Yücel’den bir nefeslik şiir
Sevgi Duvarı’ndan:
“Sen ta baştan yenilgiye yazgılısın
Ama aşk da öyle değil mi zaten,
Başka türlüsü gelmedi elimizden.”
Bu dizeler, onun hem hayata hem de aşka bakışındaki samimiyeti ve direnci özetliyor.
Can Yücel, yalnızca eserleriyle değil, hayata ve insana dair tavrıyla da Türk edebiyatında silinmez bir iz bıraktı. Mizahi, sert ama içten dili; özgürlükten yana duruşu ve halkın dilini sanata taşıma cesaretiyle bugün hâlâ saygıyla anılıyor.