Kültür-Sanat, hayatına ne zaman sızdı?
Benim
altyapım, temelim şiir aslında. Uzun süre şair olarak baktım hayata.
Beklentisizliği şiirde ve şairlikte buldum. İkisini kendimde buluşturdum. Böyle
bir süreç yaşadım. Şairlik böyle bir şey zaten; sıfır beklentisiz olma hali ve
tamamen kendi duygun, aklın ile davranışlarınla o şekilde yaşaman, bu
gerçeklerle korkmadan yüzleşmen! Hatta bunu da aynı zamanda şiirle ve kendinle
bütünlemen. Böyle bir dönemim oldu hayatımda. Tam da buradan temellendirdim
kendimi.
Ben varım dediğin alan hangisiydi?
Yazmak mı? Sinema mı? Tiyatro mu? Şairlik mi?
Şiir,
kendimi, gerçekliğimi ve hayatla olan iletişimimi kurduğum tek şeydi. Hala da
öyledir. Bu değişmiş değil. İlk dönemde şiirle birlikte, şairlikle birlikte
giden bir şey vardı ve bu benim gerçekliğimi de ifade ediyordu. Ama bir
noktadan sonra şairlik ve şiiri böyle götürecek bir gücüm kalmadı. Yani bu
halde bu sistemde var oluş yolculuğunu sürdürmek çok zor, yaşamak çok zor.
Elbette herkes şiir seviyor ama şiir
kitapları satılmıyor. Bu bağlamda şairler için yayınevi bulmak da zorlu bir
süreç sanırım...
Ben
hiçbir zaman işin bu kısmını düşünmedim. Şiirimi yazdım, savurup attım ama
yayınevleri de önüme çıktı. 2002 yılında Telos yayıncılıktan ‘Katilim,
Yalnızlığımı Öldürdüm’ şiir kitabım yayınlandı. İlk telif aldığım şiir
kitabıydı ama teliflerle geçinecek bir durumum yoktu. Daha sonra romana
yöneldim. Arada Öküz gibi dergilerde editörlük, öykü deneme yazarlığı yaptım.
Bu süreçlerde beni hikaye ve roman yazmaya doğru sürükledi. Biriktim.
Karmakarışık biri oldum. Hikaye, roman, şiir...
Böylece
içime düşen her şeyin orada olgunlaşıp tekrar dışarıya bir hikaye, bir sözcük
olarak çıkması bende alışkanlığa dönüştü. Fakat bunu dışarı çıkarmanın
yetmediğini gördüm. Çok çok karışığım. Bu arada 2006 da “Yetişin Komşular Terk
Edildim Panik Atak Öyküleri” çıkmış, 2016 da ‘İtibarsız adam’ romanı var. 2017
de “Hoşçakal Hiçbir Şey” kitabı var. Bütün bunların içinde kaybolduğumu ve tüm
yazdıklarımın üstüme bindiğini hissettim. Hem kendimi hem de bütün bu
yazdıklarımı üstümden atmam lazımdı. İşte o sırada çok değişik bir şey oldu;
ilk oyunumu yazdım.
Bir
kötü şair hikayesiydi. Gazeteci Savaş Ay’ın oğlu Ulaş Can Ay ile birlikte
Mümtaz Sevinç Düşün sahnesinde ilk tiyatral denemesini yaptığımız tek kişilik
bir gösteriydi. Hatta 2002 yılında Gazeteci Celal Başlangıç Radikal Gazetesinde
“Kötü Şair sahne alıyor” diye manşetten vermişti. Çok dikkat çekmişti. Bizim
için önemliydi bu...
Herkes sizi 'Kötü Kedi Şerafettin' olarak tanıyor. Lâkap Öküz dergisi
sürecinden kaynaklı değil mi? Ekibe nasıl dahil oldun, lâkap nasıl geldi seni
buldu?
90'ların sonu
Beyoğlu’nda şiir geceleri olurdu. Küçük İskender’in benim ve birçok şairin
dahil olduğu gecelerdi bunlar. Hera yayıncılıktan çıkan “Ben’siz Tanrı” diye
bir şiir kitabım var o dönem.
Ondan şiirler
okuyorum. Bir akşam Metin Üstündağ, Hatice Meryem,
Metin Celal, Adnan Özer’e “Böyle bir adam var şiir okuyor, gelin bir dinleyin”
diyorlar. Çıkıp geldiler. Ben son şiirimi de okuyunca, Metüst “Kötü Şair olur
musun?” dedi gülerek. “Olurum” dedim. “Benim için fark etmez” dedim. Kötü Kedi
Şerafettin diye bir karakter çiziliyor o güne kadar. Çok da okumuyorum ama Kötü
Şair olur musun denilince olur dedim. Can Yüceller, Ece Ayhanlar, Cüneyt
Özdemir, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Ahmet Ümit, Aytaç Arman, gibi isimlerle tanışıp
yazım sürecim başladı. Çok büyük keyifti. Böylelikle Öküz dergi ekibinde 3 yıl
devam eden benim hayatımda da bir kırılma noktası yaratan bir dönem oldu. Dergi
kapandıktan sonra da “Kötü Şair Şerafettin” olarak anılmaya devam ettim. Lâkap
kötü şiir okumamdan dolayı değil, hayata karşı neyi nasıl düzeltiriz noktasında
bağırmam hatta insanları bağırmaya davet etmemden kaynaklıydı. Bu bir duruştu
hayata karşı, halende değişmiş değil. Beni hayata dair ayakta tutan şey bu;
hatta sigarayı bırakmamı da sağlayan şey bu belki. (Gülüyor..)
Hayata şair olarak bakmak seni hüzünlü yapıyor mu? Yoksa romantik biri
mi yapıyor?
Bana hep
şiirlerinden önce şairsin dendi. Şair olmak. Bu yakıştırıldı. Hatta yetkin
isimler hep bunun altını çizdiler. Şair Sunay Akın bir söyleşisinde “Yaşayan en
önemli üç dört şairden bir tanesi” demişti o zamanlarda. Yani şairlik, şair olmak çok objektif ve beklentisiz de
olduğu için bir yerde kendisi için değil, bütün her şey için yaşadığını ve her
şeyin de kendisi için yaşadığını fark etmek ve tüm bunları kendi içinde ve
duygusunda ve aklında sürekli taşımak çok ağır bir yük. Süreci bununla
götürüyorsun. Bu bende vardı. Doğru olduğunda seni deli zannediyorlar. Çünkü
geleneksel gizlilik, kendini açık etme, aman yorulursun parçalanırsın, gibi
cümleleri de yok saydım kendi hayatımda o dönemde. Şimdi ise tiyatro yapıyorum,
başka şeyler yapıyorum...
Şiir
olarak hep bağıran çağıran şiirler yazdım ben diyebilirim sonuçta.
Kitapların da var. Bir yazar olarak, okurlarla
aran nasıl? Zaman zaman buluşmalar oluyor mu?
Okurla ilk dönemlerde iletişimim çok
iyi değildi, çünkü yazdığım şeyler edebi bir derinlik barındırıyordu. Daha
sonra yazdıklarım anlaşılmaya başlandı. Bu uzun sürdü. Hem şiirlerim hem de
yazılarım böyleydi. Şiirde espri yaptım örneğin, “Durumun iyi değilse, uzaktan
aşık olacaksın.” gibi. Ya da “Tanrılar dün gece okeyde beni yendiler ama taş
çalıyorlardı taş” gibi... İmgelerle ilerledim. Okurlarla aram hep çok iyi oldu
ama tuhaf bulanlar da olmuştur belki. Hatta güzel bir olay başıma geldi.
Sizinle paylaşayım. Bir gün bir çay bahçesinde filme başlayacağız toplantı
aldık. 30 yaşlarında bir kadın çay getirdi dağıttı bize. Siz Şerafettin Kaya
mısınız? dedi. Evet dedim. İki kere hayata sizin sayenizde yeniden başladım
dedi. Nasıl oldu dediğimde, “Sizin bir şiiriniz her şeyi atıp hayatı bıraktığım
anda bana mücadele etme gücünü verdi. Hayata tutundum. Sonra başıma yine bir
şey geldi. Ne zaman başıma bir iş gelse sizin o şiiriniz bana hep güç
vermiştir. Size çok teşekkür ederim” dedi. Ben hayatımda böyle bir şey
görmedim. Ben o Yeniden Yeşermek şiirini de hatta filme de koydum.
“ki ben...
tek başına bırakılan
bir çöl ağacı olsam da
savrulan kumların ortasında
tükense de suyum
tepeden aşağıya
kurutsa da bu yalnızlık beni
kendi dibime işeyip
yeniden yeşereceğim...”
Sonrasında hayatına tiyatro girdi...
"Panik
Atak, Mahir Atak" diye bir oyun yazdım. Oyunlar yazacağım tamam diyorum
ama bunları sahneye nasıl koyacağım? Tiyatro deneyimim yok. Ama bir şekilde
bunu yapmam lazım. Afife Jale Sahnesi'nde, Beşiktaş'ta, oyuncularla birlikte
ilk tiyatro deneyimi geldi. 7-8 kişilik ilk oyunumu yazıp sahneye koydum, uzun
süre orada çok iyi izleyici kitlesi oldu. Bir sene gişe yaptım. Daha sonra bu
oyunu her yerde oynamaya başladım. Ardından yeni bir oyun geldi; 'Ben iyi biri
olmadan önce' sinema filminin önce oyununu yazdım ve baktım ki böyle bir şey
var, yazdığım bütün oyunları sinemaya, filme çekecek kafasıyla yazdım
sonrasında. Yani öyle konular ki, içinde tabii tamamen insanın ruh, akıl,
mantık yani felsefesi var. Ama varoluşçu gerçekçiliğin derinleşmesi gibi bir
şey. Yani derinlerden yukarıya çıkması gibi. Hani suyun üzerinde gördüğümüz
şeylerin altta dibe doğru giden gölgesini de anlatmaya çalışmak gibi. Onu da
gösterdim. Evet, yukarda bu yaprağı görüyorsunuz ama onun gölgesi de işte dipte
bir şeye dokunuyor gibi. Onun üzerini de örtmüş. Yani orayı da karartmış, işte
bunu da demek istedim.
Sıradanlar
oyununu yazıp sahneye koydum. Lirik metinlerden oluşuyordu. Ardından “Hoşçakal
Hiçbir şey” isimli tek kişilik oyunu yazdım. Bir süre bir oyuncu arkadaşımız
oynadı. Şimdi hala ben oynuyorum.
Hoşça
kal, Hiçbir Şey oyununu da zaman zaman oynuyorum. 2012’de Cibali Oyuncuları
Tiyatrosunu kurdum. Halen devam eden dört tane oyunum var. Kendi oyunlarımı
yazıp yönettim ve oynuyorum. Ama bu aralar çok düzenli değil.
Tiyatro,
sinema bunlar bütçeli işler. Ben kendi şartlarımda ürettim her zaman. Destek de
bulamadım bu anlamda.
Ve sinema… 2022'de ‘Ben İyi Biri Olmadan Önce’ adlı
filminiz, Uluslararası 9’uncu Paris Play Film Festivali’nde ‘En İyi Sinema
Filmi’ seçildi. Bu güzel ödül ne hissettirdi sana?
Filmi bir sürü
yere gönderdik ama Fransa’dan “En iyi film” seçildi. Fransız sinemasına çok
yakın bir filmdi zaten. Ben bu yüzden de çok önemsiyordum bu ödülü.
Ben İyi Biri
Olmadan Önce filmi kadrosunda Pelin Batu, Nejat Yavaşoğulları, Mehmet Çağçağ ve
Ayhan Taş gibi oyuncu arkadaşlarım yer aldılar.
25 ülkeden 79
film arasından Uluslararası 9'uncu Paris Play Film Festivali jürisi Ben İyi
Biri Olmadan Önce filmimi, 'en iyi sinema filmi' seçti.
Elbette çok mutlu
oldum duyunca.
Hatta o dönem
bütün siyasi partilerin Genel Başkanları ya da sözcüleri aradılar tebrik
ettiler. Çok mutlu oldum.
Ben
siyasetçilerin sanatı önemsemelerini çok kıymetli buluyorum.
Sonrasında
Frankfurt Film Festivali, GoldenHorn Uluslararası Film Festivali, yurt içinde birçok
yerden ödül, Antakya’da 2 özel ödül aldım. Birçok yerden ödül geldi, seçkilere
girdi. Bu beni çok mutlu kıldı.
Sinemaya dair yeni projelerin var mı?
Şimdilerde
tamamen sinemaya yöneldim. 'Panik Atak
Mahir Atak' filmi projem var. Bir gişe filmi olacak. Absürd komedi olarak
çekmeyi düşünüyorum. Şimdiye değin izlediğiniz komedi filmlerini unutacaksınız.
Böyle de iddialıyım. Oyunu izleyenler beni anlayacaklardır. Hatta seri bile
olabilir. 1,2,3,4 gibi.
2 tanede festival
filmi yazdım. Birini önceledim şu ara ama 'Panik Atak Mahir Atak' eylül gibi
başlayacak.
İki ayrı roman
var tamamlandı ama yayımlamaya henüz vakit yok. Vakit bulamıyorum bunca şey
arasında. Ama hepsinden öte yaptığımız her şey birinin yarasına dokunup,
iyileştirebiliyor; bir söz, bir film, bir roman...
Gülünüp geçilen
bir şey değil, gülünüp kalınan arası bir şey belki de. Evet tam da bu; gülünüp
kalan. Sanırım benim için aslolan bu!
Bu kadar çok yönlü olmayı nasıl başarıyorsun? Bu duygu seni yoruyor
mu?
Duygu durumu
karışık bir adamım. Bunca şeyle uğraşmak insanı yalnızlaştıran da bir şey aynı
zamanda...
Sokak
salıncaklarını bilirsiniz hani, ortada bir direk vardır. Ona bağlı bir sürü
salıncak. O salıncaklarda da bir sürü çocuk. İşte o direk benim aklım.
Salıncaklar da duygularım. Ne kadar karışık olursa olsun direk sağlam oldukça
sorun yok. (Gülüyor)
Yazar olmak için çok okuyan, yönetmen olmak için çok izleyen bir
kuşaktan geliyorsun. Bilgi peşinde koşan ve bir şey üretmek için çok emek sarf
eden bir dönemden. Şimdi ise dijital bir dönem. Bilgi herkesin önünde ama
bilgili olan az. Bu dijital çağ ile aran nasıl? Nasıl değerlendiriyorsun?
Edindiğiniz
bilginin saha da nasıl kullanıldığı önemli. Bilgiyi kullanmazsanız hamallık
olur. Neye şifa o bilgi, bir bakmak lazım. Şu anda rüzgarın bir ağacı sallaması
ya da yoldaki gürültü, birinin birisine bağırması gibi bir sürü şeyi
tanımlamamıza neden oluyor “bilgi”.
Ben facebook,
instagram ya da dijital platformlarda sosyalleşmeleri sakıncalı bulanlardan
değilim. Biraz hayat buna evriliyor. İnsanlık level atlıyor. Dijital dünyada
insanlar yeni bir karakter kazanıyor. 2050 yılına kadar da sürecek olan bu
geçiş döneminde biz sadece arada kaldık. Bu bizi yoruyor. Ama bugün doğmuş bir
çocuk bizim kadar yorulmuyor.
10 yaşında gayet
güzel adapte olmuş, bu dünyanın içine doğmuş o çocukla geçmişten gelen bizler
arasında insani olarak bir fark yok bence. Sadece onlar daha iyi kullanıyorlar
bu dünyayı. Biz kandırılıp aldatılabiliyoruz.