İstanbul
Açık
15°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce

EN GÜZEL SEVDALARIN ŞEHRİ

YAYINLAMA:

Binlerce sesin içinde, sessizlikle buluşmak için ben size bu yazıyı Gülhane Parkı’ndan yazıyorum. Sanırım hiçbirinizin ilk cevabı Gülhane olmazdı, değil mi? Etrafımda onlarca çocuk, onlarca turist, yüzlerce insanla birlikte düştüm bir yola, huzur arıyorum...

Sessizliğin sesi olduğu konusunda hemfikirizdir diye umuyorum, işte ben tam tersi bir duyguyu burada olduğum zaman yaşıyorum. Bunca sessizliğin içinde, şehrin orta yerinde, Fatih’in fethettiği yaşı geçeli çok da olmamışken, İstanbul’u kendi içimde tekrar tekrar fethediyorum. Yahya Kemal Beyatlı’nın da dediği gibi; Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.

Demem o ki İstanbul’dan şikâyetlenen onca insandan bu hafta biraz bunaldım. İstanbul böyle bir şehir; kalabalık, sesli, hengâmeli, zorlu, yorucu ama bu yüzden büyüleyici. İstanbul’u eşsiz kılan da tam olarak bu. Eğer siz İstanbul’u fethedemezseniz, İstanbul sizi ele geçirir. Olabildiğince kaçın, kendinize bir sığınak alanı yaratın. İstanbul’da yaşamanın inceliklerini keşfedin.

Mesela, ben az önce, burada ceviz ağacı olsam nasıl olurdu, diye bile düşündüm...

Bu hafta

Bu hafta vizyona giren yerli-yabancı bir sürü film var, beyaz perde de seçeneğiniz bol. Benim dikkatimi ise bu kadar film içinden 3-4 film çekebildi… Biri baş rolünde Ryan Gosling olduğu için, biri Furkan Andıç’ı film posterinde gördüğüm için, diğer iki film de dağıtımcısı Başka Sinema ve Bir Film olduğu için meraklandırdı beni.

Ryan Gosling’in aksiyon temasının hakim olduğu yeni filmi olan The Fall Guy’daki partneri ise Emily Blunt. Filmin yönetmeni ise John Wick, Deadpool 2 gibi filmlerden tanıdığımız eski dublör David Leitch. Filmin konusunu incelerken öğrendim ki 1980’lerde aslında filmin adıyla yayınlanan Glen Larson yapımı bir dizinin uyarlama filmiymiş. Eğer Lee Majors’ın başrolünde olduğu diziyi hatırlıyorsanız filmin konusuna hakimsiniz demektir. Hakim olmayanlar içinse senaryo; yüksek bütçeli bir filmin ünlü yıldızının ortadan kaybolmasının ardından; eski sevgilisini geri kazanma umuduyla dublörlüğe geri dönen bir adamın üzerine kurulu.

Furkan Andıç’ı görünce şaşırdığım poster ise ‘Cadı’ filmine ait. Ancak fragmanı izleyince size direkt bu filmi yazmam gerektiğini düşündüm. Sık sık eleştirdiğim, artık insanları jump-cut ve ne dediklerini bile anlamadığımız seslerle korkutmaya çalıştıkları filmler yerine yeni bir senaryo, yeni bir deneme, yeni bir çalışma diye söylenip duruyordum. İşte tam olarak aradığım kanı buldum. Fragman boyunca irite olmadan, filmin konusunu merak ettim bile… Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın romanından uyarlanan Cadı filminin senaryosunu izlerken o kadar sevindim ki; filmin güzel ya da kötü olması, oyunculuklar falan değildi asla derdim. Yeni bir adım atılmış, beğeniye sunulmuş ve karşılık bekliyor. Bu çabayı taktir etmek, denemelere devam etmelerini sağlamak da biz seyircilere düşüyor.

Bu akşam Netflix’i açmak için sebep

Baby Reindeer’ı izlediniz mi? Bu filmin bazı sahneleri o kadar rahatsız ediciydi ki, izlerken birkaç kez ‘evet şu an rahatsız hissediyorum’ hissine kapıldım… Bu diziyi size yazıyorum çünkü hakkında tek bir kötü yorum görmedim. Netflix’e verdiği parayı hak ettiğini söyleyenler, Netflix’te uzun zaman sonra gördüğü en iyi yapım olduğunu söyleyenler ve çok daha fazla yorum okudum... Evet ‘aşırı’ bir dizi, her şey tüm çıplaklığıyla suratınıza tekrar tekrar tokadı vuruveriyor ama tam o anda filmin gerçek olaydan uyarlandığı aklınıza geliyor ve daha çok tetikleniyorsunuz.

Yaşı büyük bir kadının, kafasında kurduğu hayatı yaşarken, kendinden yaşça küçük bir adamı da ‘zorla’ bu yalan hayata dahil etmeye çalışma hikayesini izliyorsunuz. Yani günümüzün tabiriyle bir ‘stalker’ hikayesi. Ama işin içinde öyle farklı dinamikler var ki; izlerken hem rahatsız oluyorsunuz hem de bütün bunların yaşanmış olmasına istemsiz bir içtenlikle empati geliştiriyorsunuz. Ancak o geliştirdiğiniz empati bile ana karakterin yaşadıklarını anlamanızı yakında uzaktan sağlayamıyor.

Yorumlar
Yorumlar yükleniyor...
Daha fazla yorum yükle...