Mavinin binbir tonu: Şafşavan
Fas gezimde beni en çok içine çeken duraklardan biri hiç şüphesiz Şafşavan oldu. Rif Dağları’nın eteklerine kurulmuş bu küçük şehir, daha ilk adımda insanın kalbine dokunan bir dinginliğe sahip. Her şey yavaş, her şey mavi, her şey biraz daha içe dönük.

Şafşavan denince akla gelen ilk şey elbette mavinin tonları. Ama bu öyle tek düze bir mavi değil; sabah güneşiyle birlikte açık gök mavisine çalan duvarlar, öğleden sonra laciverte yaklaşan gölgeler, akşamüstü ise gri-mavi bir melankoli… Kapılar, merdivenler, pencereler, saksılar; hatta kediler bile bu renkle uyum içinde. Rivayete göre bu mavi, Endülüs’ten sürgün edilen Yahudilerin gökyüzünü ve Tanrı’yı simgeleyen geleneğinden geliyor. Bir başka anlatıya göre ise sivrisinekleri uzak tutmak için boyanmış. Sebebi ne olursa olsun, bugün Şafşavan bu rengiyle bir kimlik kazanmış durumda.
Medina’nın dar sokaklarında kaybolmak, aslında burada yapılacak en doğru şey. Haritaya bakmayı bıraktığınız anda şehir size kendini açıyor. Bir anda karşınıza çıkan küçük bir meydan, yaşlı bir teyzenin kapı önünde oturup sessizce sizi süzmesi, duvardan sarkan çamaşırlar… Turistik bir yer olmasına rağmen Şafşavan’da hayat hala gerçek ve sahici. Poz vermeyen ama çok şey anlatan bir şehir burası.

Şafşavan’da gündelik hayat, büyük şehirlerin alışık olduğumuz temposundan belirgin biçimde ayrılıyor. Gün ilerledikçe medinada hareket artsa da şehir hiçbir zaman karmaşaya teslim olmuyor. Dar sokaklarda yürürken karşılaşılan sahneler birbirine benziyor: Kapı önlerinde sohbet eden mahalle sakinleri, küçük dükkanlarında sessizce çalışan esnaf, çayını yudumlarken olup biteni izleyen insanlar… Bu sakinlik, bilinçli bir tercih gibi. Şafşavan, ziyaretçisine yüksek sesle bir şey anlatmaya çalışmıyor; aksine, sadeliğiyle dikkat çekiyor. Bu yönüyle şehir, yalnızca görsel bir cazibe merkezi değil, aynı zamanda yavaşlamayı ve durup bakmayı hatırlatan nadir duraklardan biri olarak öne çıkıyor.
Burada alışveriş bile aceleye gelmiyor. El yapımı yün battaniyeler, doğal boyalarla renklendirilmiş şallar, keçi derisinden çantalar… Pazarlık elbette var ama bağırarak değil, gülümseyerek yapılıyor. Kadın kooperatiflerinin işlettiği küçük dükkanlar özellikle dikkat çekici; hem üretim hem de dayanışma hissi çok güçlü.

Yemekler ise Fas mutfağının sade ama lezzetli yüzünü yansıtıyor. Tajinler, taze ekmekler, naneli çay… Büyük şehirlerdeki gibi iddialı sunumlar yok belki ama her şey daha doğal, daha ev tadında. Bir kafede oturup Rif Dağları’na karşı çay içmek, zamanın akışını unutmak için yeterli.
Şafşavan’dan ayrılırken içimde tuhaf bir his vardı. Bazı şehirler vardır, gördüğünüz anda “tamam” dersiniz. Bazıları ise sizden bir parça alır ve siz fark etmeden onu cebinde saklar. Şafşavan ikinci grupta. Geriye sadece fotoğraflar değil, o mavinin verdiği sakinlik duygusu kalıyor.
Belki de bu yüzden, Şafşavan bir destinasyon olmaktan çok bir ruh hali. Gürültüden, kalabalıktan, fazlalıklardan yorulan herkesin yolu bir gün bu mavi şehre düşmeli. Çünkü bazen insanın ihtiyacı olan şey, sadece yavaşlamak ve aynı renge uzun uzun bakmak.
