İstanbul
Parçalı bulutlu
15°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce

TÜRK SİYASETİNİN ANA KAYNAĞI: İTTİHAT VE TERAKKİ FIRKASI - I

YAYINLAMA:

Elbette ki, Türk siyasetinin bugününü anlamak için bütün partilerin anası olan İttihat ve Terakki’yi anlamak, onun niçin ve nasıl iktidar olduğunu ve daha sonra da hangi vahim hatalarla hem kendisini hem de İmparatorluğu dağıttığını anlamak gerekir. Pekiyi İttihat ve Terakki Fırkasını ve onun arkasında Jön Türk hareketini anlamak için ne yapmak lazımdır? Bu hareketi oluşturan iktisadi ve siyasi şartları anlamak gerekir.

Osmanlı’nın Son Dönemdeki İktisadi ve Sosyal Çöküntüsü

Bu köşede 6 – 10 – 13 – 17 Kasım 2017 tarihli ve Asya Tipi Üretim Tarzı I-II-III ve Osmanlı’da Üç Tarz-ı İktisat başlıklı yazılarımda Türkiye’de kendi dinamikleriyle bir “Türk tipi kapitalizmin” ve sermaye birikim sürecinin neden gerçekleşmediğini anlatmıştım. Yine bu köşede 25-29 Aralık 2017 ve 1 Ocak 2018 tarihli “İslam Alemi Neden Geri Kaldı? I-II-III” başlıklı yazılarımda da genelde İslam Alemi özelde de Osmanlı Türkiyesi’nin neden geri kaldığını tartışmıştım. Bu yazıların özeti şudur: Geri kalmanın sebebi hakim dini anlayış veya toplumun sahip olduğu kültürel değerler değildir. Geri kalmanın ana sebepleri iktisadi olgulardır. Türkiye ve İslam Dünyası Batı karşısında iktisadi etkenler ve süreçler sebebiyle zayıf düşmüştür.

Osmanlı’nın son döneminde (19’uncu Yüzyıl) dünyada manzara-i umumiye şöyleydi: Sanayi devrimini gerçekleştirmiş, kendi içlerinde yerel piyasaları birbirine bağlayıp milli ekonomiyi oluşturmuş, dışarıda da mümkün olduğunca çok sömürge elde etmiş Batı devletlerinin egemenliği hüküm sürmekteydi. 20 Temmuz tarihli yazımda (Neo Merkantilist Çağda Neo Provizyonizm Olmaz!) belirttiğim gibi bu ülkeler daha fazla ekonomik güç elde etmek ve üretim fazlası mallarına yeni piyasalar açmak için askeri güç kullanmaktan kaçınmamaktaydılar. Bu zamanda, özellikle 1870’ler sonrasında, Türkiye’nin durumu da şuydu: Türkiye bir çok tarihi ve iktisadi etkenler ve süreçlerin sonunda sermaye birikimi gerçekleştirememiş, yerel pazarları bir araya getirip birbirine bağlayacak ulaştırma altyapısından mahrum, sanayi devrimini uygulayacak kadro ve birikimden yoksun, Türklerin ye asker ya da köylü olduğu, ticaretin –özellikle yabancı sanayi mamullerinin ithalatında- Rum, Ermeni ve Yahudi tüccarların elinde olduğu, Yemen, Libya, Irak, Suriye gibi İmparatorluğun uzak vilayetleri ile merkezin ekonomik bağlarının neredeyse hiç olmadığı, ülkenin bütçesinin Duyun-ı Umumiye’de doğal kaynakları ve tarım ürünlerinin yabancı ellerde olduğu, bankacılık sisteminin Merkez Bankası da dahil olmak üzere Batılı şirketlerin elinde olduğu, mevcut tarım üretiminin de sadece yerel ihtiyaçları karşılayan geçimlik statüde bulunduğu bir ülkeydi…

Bu durumu daha netleştirecek bazı bilgiler vereyim: Libya’nın sınırları belli değildir, üretim yoktur. Basra ve Irak Hindistan ticareti yolu ile İngiliz ekonomisine İstanbul’dan daha yakındır, Irak İngiliz ekonomisinin fiilen bir parçası olmuştur. Aynı şey, Suriye’de Fransa için geçerlidir. Mısır zaten fiilen İngiliz yönetimindedir, kâğıt üstünde bize bağlıdır. Bütün Rumeli Selanik merkezli olmak kaydıyla Avusturya ekonomisinin uzantısı olmuştur. Doğu Anadolu’da yerel şeyhler ağalar feodal bir hakimiyet oluşturmuşlar ve devlet otoritesi sıfırlanmıştır. Hemen hemen bütün vergi geliri Anadolu ve Rumeli’nin köylülerinden toplanmakta, yabancı şirketler ve onların taşeronu gayrimüslim tüccar ve tefeciler, bütün Arap vilayetleri ve Anadolu’daki zengin kodamanlardan vergi alınmamaktaydı. Anadolu ve Rumeli eşkıya yatağı haline gelmişti… Ekonomik birliğin olmadığı, yabancı şirketlerin hem yerelde hem de merkezde ekonomiyi yönlendirdiği bir yapıda hangi milli birlikten bahsedilebilir ki? Memleketin kaymağını yabancılar ve imtiyazlı azınlıklar yesin, vatan için gariban Türk çocukları ölsün! Ne güzel İstanbul be!

İşte bu ahval ve şerait içinde, Arap, Sırp, Bulgar, Makedon, Rum ve hatta Kürtler arasında Osmanlı’dan bağımsızlaşıp kendi milli devletlerini kurma fikri gitgide yaygınlaşmaktaydı. Osmanlı Devleti isyancıları bastırmak yerine rüşvetle susturmak veya idari taviz vermek politikasını güdüyordu. Sultan Abdülhamid Han zamanında Aziz ve Mecid devirlerinde olduğu gibi şatafat ve israf olmamasına rağmen, devletin emperyalistlere kaptırılan iki yakası bir araya gelemiyordu, hatta devlet memurlarına senede iki veya üç maaş verilir hale gelmişti. Özellikle Selanik, İzmir ve İstanbul’da bu duruma karşı bir tepki ve isyan atmosferi gitgide yoğunlaşmaktaydı. Bu da normaldi, çünkü o dönemde Osmanlı’da zaten şehir olarak adlandırabileceğimiz dört şehirden üçü bunlardı. Diğeri Beyrut’tu ki o da Osmanlı’dan çok Fransız’dı!...

Jön Türkler ve İttihatçılar

Şimdi bu şartlar içinde olduğunuzu tahayyül edin. İmparatorluk’ta, özellikle Rumeli’nde yaşayan bir Türk olsaydınız, ne yapardınız? Saraydan beslenen dalkavuklar, dünyadan bihaber ve elindekini kaybetmemekten başka bir şey düşünmeyen köylüler haricinde, iyi kötü okur-yazar olan şehirli Türkler’in hepsi bu durumun değişmesini istemekte haklıydılar. Pekiyi sorumlu kimdi? Ülkeyi 30 yıldır mutlak güçle idare eden / etmeye çalışan Sultan Abdülhamid Han. İşte İslamcısı, Sosyalisti, Batıcısı ve Türkçü’sü hepsinin ortak amacı Sultan Abdülhamid Han’ı indirmekti. Kendilerine de Jön Türk diyorlardı. Bu Jönlerin Sultan Abdülhamid Han’ı indirmek dışında bir ortak gayeleri de yoktu. Şunu diyorlardı: “İmparatorluğun her yerinden seçilmiş mebuslarla Meclis kurulsun, Meşrutiyet idaresi geri gelsin, her şey düzelecektir.” Bu hedefe ulaşmak için her türlü siyasi hareketin (darbe ve silahlı ayaklanma da dahil) meşru olduğunu savunuyorlardı. Öyle ki, Bulgar, Rum ve Sırp eşkıyasını bile bu devrim (!) sürecinde yoldaş olarak kabul etmekteydiler.

Yukarıda saydığım düşünceler çerçevesinde, özellikle sisteme tepkili askerlerin de katılımıyla, bir yamalı bohça misali İttihat ve Terakki Cemiyeti doğdu. Bu cemiyet – içindekilerin bir kısmı da Osmanlı’yı yıkıp paylaşmak isteyen yabancı devlet casusları olmak üzere – ilkönce yer altında örgütlendi, siyasi suikastlar ve haydutlukla semirdi ve yarattığı kaos ortamıyla 23 Temmuz 1908’de Padişah’ın Meşrutiyet’i ilan etmesinde ana amil oldu…

Buradan devam edeceğiz…

Yorumlar
Yorumlar yükleniyor...
Daha fazla yorum yükle...