DİNİN KAYNAĞI

Cemalnur SARGUT 16 Ağu 2018

Cemalnur SARGUT
Tüm Yazıları
Her kulun ezelinde bir inanç ihtiyacı yatar. Ancak insanda yaratılıştan konulmuş olan bu din duygusu vahiy ve peygamberlik müessesesi ile desteklenmiştir.

İnsanlar fıtratlarındaki bu din duygusunu peygamberlerin rehberliği çerçevesinde geliştirmiş ve insanüstü güçle yani Allah ile ilişkilerini en doğru şekilde kurmuşlardır. O yüzden İslâm inancına göre dinin kaynağı vahiy ve peygamberliktir. İnsanlar vahiy ve peygamberliğin yönlendirmesi olmaksızın belki kendi akl-ı selîmleri vâsıtasıyla bir Tanrı tasavvuruna ulaşabilirler. Ancak ulaştıkları bu tasavvurun gerçek Tanrı’yı ne ölçüde yansıtacağı tartışma konusudur. Dolayısıyla İslâm Alimleri’nin bir kısmı insanın akıl yoluyla Tanrı’ya ulaşabileceğini kabul ederken, büyük bir çoğunluğu vahiy ve peygamberlik olmaksızın Allah’ı bulamayacağı, âhiret âlemi, melekler vb. gibi gayba ait hususlarda bir fikir sahibi olamayacağı, neyin iyi neyin kötü olduğu gibi ahlâkî konularda net bir kanaat ortaya koyamayacağını savunmuşlardır.

İnsân-ı kâmiller kalplerine doğan hikmeti yorumlayabildiklerinden ve bunu akılla sınırlandırmadıklarından Peygamber’in (s.a.s) getirdiği prensipleri güne uygular, hatta bazı yasalar koyar, kulların iyilikleri ve rahatları için çalışırlar. Bu mânâda terbiye edici ilk grup akıllı insanlardan oluşmuştur.

Akıllı insanlar, indirilmiş ilâhî bir şerîatın bulunmadığı hususlarda, bu yasaları -farkında olmadıkları bir yönden- Allah’tan gelen bir ilhamla âlemin maslahatı, düzeni ve irtibatı için ortaya koymuştur. Yasaları koyanlar, bu yasaların Allah’a yaklaştırıcı olup olmadığı ya da cennete veya cehenneme ya da âhiretle ilgili bir yere ulaştırıp ulaştırmayacağı hakkında bir bilgiye sahip değildi. Âhireti maddî olarak idrak edenler için maddî, mânevî olarak idrak edenler için mânevî bir yerdir. Binâenaleyh onların koyduğu yasalar, sadece bu dünyada iyiliği sürdürmek esasına dayanıyordu.

Bazı bireyler, Allah’ı birlemek ve O’nun celâline yaraşan saygı, yüceltme ve Allah’ın tenzih nitelikleri, benzer ve örneğinin olmayışı hakkında bazı ilâhî bilgiler öğrendi. İkinci grup Allah’ın mânevî âlimleridir. Bu konuyu öğrenenler ve algılayanlar, bilmeyenlerin dikkatini çekmiş, insanları sahih düşünceye teşvik ederek onlara şunu öğretmişlerdir: Akılların, fikir gücü bakımından kendisinde durup aşamadıkları bir sınırları olduğu gibi, Allah’ın bazı kullarının kalplerine yönelik ilâhî bir feyzi vardır. Bu feyizde Allah, onlara kendi katından bilgi öğretir. Bu durum, onlar tarafından uzak [bir ihtimal olarak] görülmez. Ayrıca Allah, yüce âleme birtakım şeyler tevdi etmiştir. Söz konusu bilginler, unsurlar âlemindeki etkilerinin varlığıyla yüce âleme tevdi edilmiş şeylerin varlığını çıkarırlar. Bu durum şu âyette ifade edilir: “Her göğe emrini vahyetti.” (Fussilet, 12).

Onlar, beden öldüğünde organlarından herhangi bir şeyin eksilmediğini görünce nefislerinin hakîkatini araştırmışlardır. Bu araştırma sonucunda, algılayan ve bedeni hareket ettiren şeyin bedenden başka ve ona ilave bir şey olduğunu anlamışlardır. Bu kez bu başka şeyi araştırmaya koyulmuş, böylece nefıslerini [varlığını ve hakîkatini] öğrenmişlerdir. (Daha doğrusu yokluğunu ve hiçliğini.). Sonra, nefsin daha önce bilgisiz iken bilgilendiğini görmüşlerdir. Böylece, bedenlerinden daha üstün olsa bile nefıslerinin de yoksul ve muhtaç olduğunu anlamışlardır. Ardından teorik incelemeyle bir şeyden diğerine yükselmeye başlamış, ulaştıkları her şeyin başka bir şeye muhtaç olduğunu görmüşlerdir. En sonunda teorik araştırma, onları hiçbir şeye muhtaç olmayan bir şeye ulaştırmıştır. Hiçbir şey onun benzeri olmadığı gibi, o da hiçbir şeye benzemiyordu. Bunun üzerine, o sınırda durup şöyle derler: ‘İşte bu İlk’tir [el-Evvel]. O’nun, zâtı bakımından özü gereği Bir olması gerekir. Onun ilk olması, ikincinin [varlığını] kabul etmeyeceği gibi mutlak birliği de bunu kabul etmez [Başka bir ifadeyle O, ikincisi olan bir dizinin ilki değildir]. Böylelikle mümkünler, O’na muhtaç olmuş, kendilerinin nitelendiği bütün nitelikleri O’ndan uzaklaştırmakla O’nu yüceltmişlerdir. İşte aklın [Allah hakkında] bilebileceği şey budur.

Onlar, peygamberin Allah’a dair bilgilerde zayıf düşünceli sıradan insanların [seviyesine] olduğu gibi üstün-akıllı ve doğru düşünceli insanların seviyesine de inebildiğini görür. Bu bağlamda, herkese kendi aklına uygun bilgileri verir. Bilirler ki Allah, diğer insanlara vermediği kendisi hakkındaki bilgileri ve onu [algılama] gücünü bir insana vermiştir. Bunun üzerine, o insanın faziletini, kendilerinden üstün olduğunu kabul edip ona inanır, kendisini doğrular ve ona uyarlar. Peygamber de, onlar için Allah’a yaklaştıran davranışları belirler.

Zaman ve şartların değişmesiyle, art arda peygamberler gelir. Her peygamber, arkadaşını doğrular. Bu bağlamda hükümler değişse bile peygamberler, dayandıkları ve dile getirdikleri ilkelerde kesinlikle görüş ayrılığına düşmemiştir. Böylelikle şerîatlar inmiş ve hükümler gelmiştir. İnen hüküm, zaman ve hâle göreydi. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Herkes için bir yöntem ve şerîat belirledik.” (Mâide, 48). Böylelikle, herhangi bir konuda görüş ayrılığı olmaksızın, peygamberlerin ilkeleri bir olmuştur.

İnsanlar, Allah tarafından belirlenmiş ve peygamberlerce bildirilmiş bu yönetimle teorik düşüncenin gereğine göre filozofların [hükemâ] saptadığı hikmetli yönetimi ayırt etmiştir. [Peygamberin bildirdiği şeylerde], durumun daha mükemmel ve dolayısıyla peygamberin getirdiği yasanın kesinlikle Allah katından olduğunu anlamışlardır. Böylece, peygamberin bildirdiği bilinmezleri kabul etmiş, onlara inanmışlardır vesselam.