SEÇİME GİDERKEN KÜRT MESELESİ – MİLLİ DEVLET Mİ, FEDERASYON MU?

Prof. Dr. D. Murat DEMİRÖZ
Tüm Yazıları
Türkiye ne zaman seçime gidecek olsa HDP'nin ve onun yedeğindeki bir kısım liberal-solcu ve endişeli muhafazakâr aydınlatılmışların "yerel yönetimlere özerklik", "halkların kolektif hakları", "özyönetim" ve benzeri kavramları kullanarak "ulus devletin veya milli devletin miadını doldurduğu, çağdaş demokrasilerde başında "milli" sıfatı bulunan bütün kavramların faşizmi çağrıştırdığı" görüşlerini savunduğunu görürüz.

Türkiye ne zaman seçime gidecek olsa HDP’nin ve onun yedeğindeki bir kısım liberal-solcu ve endişeli muhafazakâr aydınlatılmışların “yerel yönetimlere özerklik”, “halkların kolektif hakları”, “özyönetim” ve benzeri kavramları kullanarak “ulus devletin veya milli devletin miadını doldurduğu, çağdaş demokrasilerde başında “milli” sıfatı bulunan bütün kavramların faşizmi çağrıştırdığı” görüşlerini savunduğunu görürüz. Onlara göre Türkiyeli demek yerine Türk demek faşizmdir, Türkçe edebiyat yerine Türk edebiyatı demek ırkçılıktır ama mahalli etnik kökenleri saymak çağdaş demokrasinin gereğidir. Bu arkadaşlar Peştun kökenli Taliban’ın Afganistan’da Türk soykırımı yaptığını görmezden gelir, CIA destekli uyuşturucu kaçakçısı PKK’nın Arap ve Türkleri Irak ve Suriye’nin kuzeyinden göç ettirmesini demokrasinin gereği sayar ama kendi topraklarını eşkıyaya karşı koruyan Türk Ordusu’nu soykırımla itham ederler. Bu arkadaşların ve küresel ortaklarının repertuarlarına kattıkları son kavram da “eşcinsellere özgürlük” olmuştur. Hiç şüpheniz olmasın, bu arkadaşların fikrî dedeleri İtilaf ve Hürriyet Fırkası’nın kodamanları Said Molla, Damat Ferit ve Ali Kemal gibi sergerdelerdir. Bazı liberal-sol aydınlatılmışlar da kendilerine mürşit olarak babası, kardeşi ve kendisi İngiliz ajanı olan Prens Sabahattin’i kabul ederler. İslamcı, liberal, liberal-sol, özgürlükçü demokrat ve kendilerini nasıl tarif ederlerse etsinler bütün bu gürûhu birleştiren ortak düşman Atatürk, Cumhuriyet ve Türk Milleti’dir.

Bugün, yukarıda saydığım İtilafçı artığı gürûhun temelde savunduğu “yerel yönetimlere özerklik” ve “halkların kolektif hakları” kavramlarının iktisadi analizini yapacağım. Aslında bütün bunların arkasında ilk önce Türkiye’de iki milletli bir yapı ve federal yönetim ve arkasından da diğer ülkelerden koparılan parçalarla bağımsız bir Kürdistan kurma ideali vardır. Hiç şüpheniz olmasın, bu plan, okyanus ötesindeki emperyalist güç ABD ve hempalarının planıdır. Yine hiç şüpheniz olmasın bu plan, Osmanlı yıkılırken uygulamaya konulan Sırp, Ermeni, Yunan ve Arap isyanlarıyla aynı köklere sahiptir.

Bu yazıda şu sorulara cevap vereceğim: “Türkiye’nin kalkınma problemleri yerel yönetimlere özerklikle çözülebilir mi?” “Milli devlet olarak Cumhuriyet Kürt vatandaşlarımızı sömürmekte midir?” Başlayalım.

YEREL YÖNETİMLERE ÖZERKLİKLE KALKINMA HEDEFLERİ UYUMLU MU?

Bütün dünyada ayrılıkçı ve ırkçı hareketler gözlemlenmektedir. Örnek olarak Kanada’nın en zengin eyaleti Quebec, İspanya’nın en zengin özerk bölgesi Katalonya, İtalya’nın sanayi devlerinin bulunduğu kuzey bölgesi, Kuzey Buz Denizindeki petrol yataklarına tek başına sahip olmak isteyen İskoçya ve benzeri… Ancak dünyada ayrılıkçı hareketlerin en fakir bölgelerde çıktığına dair bir örnek yoktur, en azından ben bilmiyorum. Ancak Türkiye Cumhuriyet’in başından, hatta Osmanlı’nın son döneminden bu yana, belli aralıklarla ülkenin en fakir bölgesi Kürt isyanlarına sahne olmaktadır. İlk dönemlerde bu isyanlar milli bir kimlik taşımamaktaydı; Şeyh Sait gibi tarikat şeyhleri veya Seyit Rıza gibi eşkıyalaşmış feodal beylerin liderliğinde gerçekleşmişlerdi. Hepsinin arkasında başta Britanya olmak üzere emperyalist Batı’nın desteği bulunmaktaydı. 1960 sonrasında Kürt ırkçılığı marjinal sol terör örgütleri içinde filizlenmeye başladı. Bu pek rastlanmayan etnik ırkçı ve sosyalist koalisyonu Lenin’in “halkların kendi kaderini tayin ilkesini” esas almaktaydı. Zaman içinde bugün PKK olarak bildiğimiz hareket diğer Kürt örgütlerini tasfiye etti ve zaman içinde şehirlerde azınlık olan Türk solunu da yedeğine aldı.

Bugün HDP ve çevresinde öbeklenen sol hareketlerin temel görüşlerinden birisi “Güney Doğu bölgesinin Cumhuriyet tarafından bilerek fakir bırakıldığı, buraların Türkler tarafından sömürüldüğü bu yüzden ekonomik kaynakların ve idari yetkilerin Merkezi Yönetimden özerk yerel yönetimlere aktarılması gerektiğidir.” Yani şunu demektedirler: Güney Doğu illerinde polis, jandarma, eğitim kurumları, hastaneler, dini kurumlar ve madenler Belediyelerin yönetimine bırakılsın. Bunlar üzerinde Ankara’nın hiçbir belirleyici gücü olmasın. Bu yapının sürekliliği için de bölgeden vergi toplama yetkisini Belediyelere devri önerilmektedir. İkinci olarak da, Türk milleti tanımının yanlış olduğunu, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürtler ve Türkler’den oluşan iki egemen halkının olduğunu, resmi dilin hem Türkçe hem de Kürtçe olması gerektiğini savunmaktadırlar. Kendileri söylemeseler de, bir adım sonrası bağımsızlık talebidir.

İktisadi olarak bu öneriler şu anlama gelmektedir: Ortak para kullanılacak, ama Türkiye özerk idari yapılara bölünecek. İstanbul’un vergisi İstanbul’a, Bursa’nın vergisi Bursa’ya, Trabzon’un vergisi Trabzon’a ve Diyarbakır’ın vergisi Diyarbakır’a harcanacaktır. Aslında bu görüşleri savunması gerekenler ilk önce Marmara Bölgesi’nde oturan Türklerdir. Türkiye’nin GSMH’sinin yüzde 60’ı üç ilde üretilmektedir: İstanbul, Bursa ve Kocaeli. Eğer bir Marmara Cumhuriyeti kurulsa üç yıla kalmaz AB üyesi olabilir. Kişi başı geliri 20 bin doların çok üstüne çıkar. Öte yandan, ülkede tek para kullanılacak ve faizler de bu para cinsinden olacaktır. Uzun dönemde reel faizler ülkedeki ortalama sermaye verimliliğine yakınsar. Örneğin, ülkede faiz yüzde 10 iken, sermayenin getirisi İstanbul’da yüzde 20 ama Hakkari’de yüzde 5 olacaktır. Bu yüzden ülkenin geri kalanındaki sermaye de Marmara bölgesine akacaktır. Sonuçta bölgeler arası gelişmişlik farkı daha da artacak, zengin bölgeler daha zenginleşirken fakir bölgeler daha fakirleşecektir.  Güneydoğu Bölgemizdeki, Karadeniz Bölgemizdeki belediyeler de ahaliden topladıkları vergiyle hem asayişi sağlayacak, hem eğitim ve sağlık hizmetlerini verecekler hem de bölgenin kalkınmasını finanse edeceklerdir. Ölme eşeğim, ölme.

Açıkçası kimse ahaliyi düşünmemektedir. Polis ve jandarma PKK militanları ile doldurulacak, Cemil Bayık ve hempaları Doğu’ya paşa olacak, uyuşturucu, insan ve silâh ticareti tam gaz yerel yönetimler üzerinden akacaktır. Bunun ötesinde KCK yapılanmasının totaliter ve baskıcı rejimi altında “özgürleştirilen” Kürt kardeşlerimiz “Yandım Allah!” diyeceklerdir. Böyle kalkınma falan olmaz.

CUMHURİYET KÜRT KARDEŞLERİMİZİ SÖMÜRMEKTE MİDİR?

İstanbul’da, Bursa’da, Kocaeli ve İzmir’de toplanan vergi gelirinin ancak yüzde 20’si bu illere harcanmaktadır. Geri kalanı diğer vilayetlerdeki harcamaları finanse etmek için kullanılmaktadır. En fakir illerde ise bu oran tersinedir. Yapılan harcamaların en fazla yüzde 30’u oradan toplanan vergiyle karşılanabilir. Yani milli devlet zenginden alıp fakire vermektedir. Bunu her zaman doğru araç ve yöntemle yapmayabilir ancak kalkınma farklarının giderilmesi için milli ve üniter devlet şarttır. Tabiri caizse, milli devlete esas karşı çıkması gereken Marmara ve Ege bölgelerindeki vatandaşlardır.

Türkiye Cumhuriyeti, sosyal, laik ve üniter bir devlettir. Bu devletin eşitliği ve özgürlüğü arttırabilmesi için insan hakları ve bireysel özgürlükleri güçlendirmesi, gelir ve servet farklarını giderecek adil bir vergi yapısının kurulması ve planlı bir ekonomiyi kamucu bir anlayışla tekrara hayata geçirmesi gerekir. Eğer devletimizi parçalayıp küresel çetelere peşkeş çekersek, kalkınmayı ve refahı bırakın bir yana, kimliğimizi, namusumuzu ve şerefimizi de kaybederiz.