İstanbul
Açık
15°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce

İdealizm ve gerçek- Hakikat ilişkisi

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:

Geçen yazıda biraz geometri bilgisi kullanarak çok boyutlu evrenler ve çok boyutlu varlıklar ile bizim dört boyutlu evrenimiz arasındaki ilişkiyi anlatmıştım. Buradan da Helenistik Çağda İskenderiye Mektebinde Plotinos’la gelişen Yeni Eflâtuncu düşünce akımını ve onların bütün Batı kültüründeki mistik etkilerini ele almıştım. İbn-i Sina’dan İbn-i Meymuna, İbn-i Arabi’den İtzak Luria’ya, Farabi’den Spinoza’ya kadar giden ve panteizmin sınırlarında dolaşan bu mistik ve ezoterik irfan okullarının, yani Yahudi, Hristiyan ve İslâm mistisizminin, temeli Yeni Eflâtunculuk’tu. 

EFLÂTUN VE PLOTİNOS 

“Eflâtun'un Phaedo, Parmenides ve Sofist gibi diyaloglarda tanımlandığı şekliyle formlar veya "idealar" teorisi, ideal formları (örneğin geometrideki üçgen, dörtgen gibi şekiller veya İyilik ve Adalet gibi soyut kavramlar), kendisi", yani ister fiziksel ister herhangi bir kişinin bireysel düşüncesinde olsun herhangi bir özel durumdan bağımsız olarak "var olan" mükemmel varlıklar olarak tanımlar. Dünyada var olan her şey, yine de oluş dünyasıyla, doğayla nedensel olarak bağlantılı olan bu eşsiz idealardan birinin yansıması, adeta duvara vurmuş gölgesi gibi var olur. Eflâtun’un meşhur mağara metaforu, işte, bu durumu anlatır. Yani, geçen yazımızla bağlantılandıracak olursak, çok boyutlu bir evrende yaşayan bizler, kendi varlığımız da dahil, var oluşun sadece dört boyutlu evrendeki yansımalarını algılıyoruz. Gerçeklik algılanan eksik ve kusurlu evren iken, hakikat algıların ötesindeki, mükemmel ve kusursuz var oluştur. Bununla birlikte Eflâtun, maddenin bizim algıladığımız şekliyle gerçek olduğunu, ancak geçici, kusurlu ve varlığının sonsuz idealara bağlı olduğunu savunur. Eflâtun'un düşüncesi oldukça etkiliydi ve daha sonra Yeni Eflâtuncu düşünürler Eflâtunculuğu yeni yönlerde geliştirdiler. Daha sonraki Yeni Eflâtuncuların en etkilisi olan Plotinus’a göre, Varlık ve Akıl, tek bir doğaya sahiptir, birbirinde ayrılamaz ve ayrıştırılamaz. Böylece, Yeni Eflâtuncu düşünceyle birlikte Batı felsefesinde ilk kez yalnızca ruhun veya aklın var olduğunu savunan gerçek bir idealizm ortaya çıkmıştır. Yeni-Platoncu düşünürlere göre ilk neden veya ilke, her şeyin hiyerarşik bir süreçle türetildiği İyilik İdeası, yani Bir'dir. Burada bütün varoluşun bir bütün olduğu ve bölünemeyeceği, ancak bizim algılarımızın sınırları ve kısıtları sebebiyle birlik (vahdet) yerine çokluğu (kesreti) algıladığımız söylenebilir. Neticede hepimizin kaynağı sonsuz İyilik, sonsuz Işık ve sonsuz Bilgi olan Varlıktır. Pekiyi buradan idealizme nasıl geçiyoruz? 

İDEALİZM NEDİR? 

Felsefi idealizm veya metafizik idealizm olarak da bilinen felsefedeki idealizm, en temelde gerçekliğin akıl, ruh veya bilince eşdeğer olduğu, gerçekliğin tamamıyla zihinsel bir yapı olduğu; veya ideaların gerçekliğin en yüksek türü olduğu veya "gerçek" olarak kabul edilme konusunda en büyük iddiaya sahip olduğunu ileri süren metafizik görüşler dizisidir. İdealizmin farklı türleri olduğundan, terimi tek bir şekilde tanımlamak zordur. Doğu’da Hint felsefesi ve Budist felsefe, gerçekliğin gerçek doğası ve temeli olarak her şeyi kapsayan bir bilinci savunur. Batı'da ise yukarıdaki kısımda belirttiğim gibi idealizmin kökleri, mutlak, değişmez, zamansız ideaların gerçekliğin en yüksek biçimini oluşturduğunu öne süren Antik Yunan'daki Eflâtun'a kadar uzanır: Eflâtuncu İdealizm. Daha sonra Helenistik dönemde Plotinos’la beraber Yeni Eflâtunculuk Eflâtuncu İdealizmi geliştirdi ve her şeyin Tanrı / İlksel Varlık / Bir’in öz enerjisinin birer yansımasından ibaret olduğunu söyledi. Erken modern dönemde ise idealizm Immanuel Kant'ın gerçeklik bilgimizin tamamen zihinsel yapılara dayandığı yönündeki argümanlarıyla yeniden canlandırıldı ve dönüştürüldü: Transandantal / aşkın idealizm. 

İDEALİZM VE SOSYAL BİLİMLER 

“Bunlar bir iktisatçıyı niye alakadar eder ki?”, diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Soruya cevabım çok nettir: Bir sosyal bilimcinin “idealizm” ve karşıtı olan “materyalizm” hakkında bilgisi olması hayati önemdedir. Çünkü sosyal bilimlerdeki temel tartışmaların arkasında idealizm – materyalizm tartışması bulunur. Yine de bu soruya verdiğim cevabı birkaç maddeyle özetleyecek olursam şöyle derim: Birincisi, idealizm bütün iktisat metodolojisine sinmiş bir bakış açısıdır. Özellikle Klasik ve Neo-Klasik İktisat Okulları ekonominin gerçek olgularını değil, adeta hakikatini araştırmaya çalışır. Piyasa yapılarından tutun denge tanımlarına kadar bütün varsayım ve kavramlar mükemmel, kendi kendiyle tutarlı ve hiçbir zaman bozulmayacak bir yapıyı modellemeyi amaçlar. Bir nevi iktisadi olayların ardındaki iktisadi ideaları ortaya koymaya çalışır. 

Haliyle iktisadi gerçekliğin eksik ve kusurlu doğası krizlere yol açtığında “iktisadi ideaları” anlatan ana akım modelleri krizleri açıklayamaz. İkincisi, özellikle Johann Gotlieb Fichte ile başlayıp Friedrich Wilhelm Joseph Schelling ve Georg Wilhelm Friedrich Hegel ile devam eden ve bütün 19’uncu yüzyıl Alman düşüncesini etkileyen, Alman tarihçi okulunun temellerini oluşturan Alman idealizminin etkilerini sosyal bilimlerden çıkarıp atamazsınız. Bu düşünürler ağırlıklı olarak Kant'tan yararlansalar da onun gibi transandantal idealistler değillerdi, yani “şeylerin kendi içlerinde bilinemez olduğu” fikrinin ötesine geçmeye çalışıyorlardı. Bu fikrin şüpheciliğe ve nihilizme kapı açtığını düşünüyorlardı. Böylece Kant sonrası Alman idealistleri, zihinden bağımsız bir varlık dünyası ile zihinsel yapılardan oluşan öznel bir dünya arasındaki karşıtlığa (veya bilgi ile bilinen arasındaki, özne ile nesne, gerçek ile hakikat arasındaki ayrım) karşı çıkarak transandantal idealizmi reddettiler. Bu yeni Alman idealizmi, gerçekliği kendiliğinden bilinçli aktivite ve onun ifadeleri olarak gören "varlık ve düşünmenin ayrılmazlığı" ve "dinamik bir öz-bilinç anlayışı" ile ayırt ediliyordu. Bu haliyle, dinamik süreçlere ve güçlere odaklanan bu tür metafizik idealizm, kendisini madde teorisine dayanan eski idealizm biçimlerine karşı çıkıyordu. Buradan diyalektik mantık ortaya çıktı. 

Buna göre, gözlemlenen dünyadaki iktisadi, sosyal ve tarihsel değişimler düşünce akımlarının değişimi ile gerçekleşir. Düşünce ya da idealar sabit değil değişkendir ve birbirilerini hem besler hem de yok ederler. Her yeni düşünce sistemi, bir önceki düşünce sistemini ortadan kaldırırken, o düşünce sistemine dayanan toplumsal ve iktisadi gerçekliği de değiştirir. Bu yüzden, Hegelci diyalektiğe göre dünya tarihi büyük düşünce akımlarının savaşının tarihidir. Üçüncüsü Alman İdealizminden beslenen Alman Tarihçi Okuludur. Alman Tarihçi Okulu, iktisadi olayları tarihsel bağlamıyla ele alıp diğer sosyal bilim branşlarıyla birlikte tahlil etmemiz gerektiğini söyler. Bu okulun önemli düşünürlerinden birisi Max Weber’dir. Weber meşhur çalışmasında kapitalizmin ortaya çıkışını Protestan inancına bağlar. Keza Weber’in Türkiye’deki takipçisi ve benim Hocamın Hocası olan Sabri Ülgener de, Türkiye’de bize özgü bir kapitalizmin gelişememesinin sebebini o zamanki tasavvuf okulları ve onların ekonomik hayatı atalete sürükleyen öğretileri olduğunu söyler. Bunlara benzer şekilde, kendisi Avusturyalı olan ama Alman Tarihçi Okulu mensubu sayılan Joseph Alois Schumpeter büyük iktisadi dönüşümlerin arkasında yenilikçi fikirler ve bunlara dayalı inovasyon harcamaları olduğunu söyler. Bu bahsettiğim bilim insanlarının ortak yönü iktisadi ve toplumsal değişimlerin (olumlu veya olumsuz yönde) düşünce sistemlerindeki değişime bağlı olduğudur. 

Bu da doğal olarak, yine, Alman İdealizmine dayanır. Dördüncüsü 2024 Nobel ödülünü alan Daron Acemoğlu ile yeniden gündeme gelen Kurumsalcı Okuldur. Özellikle Daron Hoca gibi liberal kurumsalcılar kalkınmanın – belli bazı veri şartlar altında – Anglo-Sakson tipi demokrasi ve onun kurumları ile beraber yürüdüğünü söylerler. Burada da, yine, zihniyet yapısı iktisadi ve toplumsal yapıyı belirler. Ben her ne kadar felsefî idealizme ve onun mistik ezoterik yorumuna (özellikle Anadolu tasavvufu üzerinden) kendimi yakın hissetsem de, idealizmin sosyal bilimlerin üzerindeki metodolojik etkisine pek taraftar değilim. Kendimi bir Müslüman olarak değil ama, bir iktisatçı olarak, materyalizme daha yakın hissediyorum. Pekiyi materyalizm nedir? Bir sonraki yazıda cevaplamak dileğiyle…

Yorumlar
Yorumlar yükleniyor...
Daha fazla yorum yükle...