İstanbul
Açık
12°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce

Anahtar Kelimeler-24 (Entelektüel ve Akademisyen)

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:

Bir önceki yazıda eş anlamlı anahtar kelimeler entelektüel/aydın/münevver kişinin özelliklerini ele alırken, yazar olarak bana olduğu gibi, okur olarak da sizin aklınıza akademisyenlerin yâni üniversite hocalarının gelmesi kuvvetle muhtemeldir. Bir insanın bunca üst düzey özelliklerini kazanması için bilginin toplandığı, korunduğu, çoğaltıldığı ve dağıtıldığı yer olarak üniversitelerden daha uygun bir yapı olamaz, diye düşünmek oldukça mâkuldür.

 Açıkçası anahtar kelime olarak akademisyenlerin çalışma ortamı olarak üniversite kavramı, ister tek başına, ister entelektüel ya da başka bir kelime ile birlikte ele alınsın, “dışı seni yakar içi beni” diye özetlenecek bir durum söz konusudur. Kurumsal olarak bakıldığında dünyânın en eski üniversitelerinin yaşı neredeyse bin yıla dayanıyor. İlk akla gelen Oxford Üniversitesi (1096), Cambridge Üniversitesi (1209) ilk kurulduklarında bugünkünden çok farklı bir konumdaydılar. Öncelikle bu üniversiteleri oluşturan kolejler, birer din okuluydu. Şimdilerde konferans salonu olarak kullanılan mekânlarda Orta Çağ boyunca dinî törenler yapılıyordu. Bu üniversitelerde okutulan derslerde güneşin dünyanın etrâfında döndüğü anlatıldı. Bu üniversitelerdeki hocaların verdiği bâzı kararlarla insanlar aforoz edildi, cadı ilan edildi hatta diri diri yakıldı. 

Üniversitenin değişken yapısı günümüzdeki kimliğini kazanmak için belki en büyük kırılmayı Newton’un 1687’de yayınladığı Principia (Philosophiæ Naturalis Principia Mathematica) ile yaşadı. Ardından Almanya’da Wilhelm von Humboldt’un kendi adıyla anılan reformuyla üniversiteler günümüzde yapısını ana hatlarıyla aldı. Böylece kilisedeki râhiplerin dediğine değil, üniversitedeki hocanın ne dediğine bakılmaya başlandı. Râhibin cübbesi ve kürsüsü, üniversitedeki hocalara geçti. Saint Simon’un ifâdesiyle “Bilim Kilisesi” kuruldu. Yapay zekânın günlük bir sohbet konusu hâline geldiği günümüzde üniversitelerin elinde olan “bilgi tekeli” sarsılmaya başladı. 

Bunda adının önünde “prof” yazıyor diye, “her şeyi biliyorum” havasına girerek sosyal medya fenomenleriyle aşık atıp akademisyenliği halkın nazarında itibarsızlaştıranların payı da azımsanmayacak kadar büyüktür. Zâten ülke olarak 1933’te yapılan üniversite reformu ile her şeye yeniden başladığımız için yeterli akademik kadroyu yetiştirmedeki zâfiyetimiz sebebiyle, sayıları hâlâ dünya ortalamasının altında olmasına rağmen nitelik konusunda soru işâretleriyle açılan üniversitelerimiz, hem siyâsî hem de ekonomik hedef hâline gelebiliyor. Şunu da belirtmek gerekir ki, bugün kalitesi sorgulanan üniversitelerimizin yakın bir geçmişe kadar, hiçbir akademik özelliği olmasa da en öncelikli gündem konusu, kız öğrencilerimizin başörtüsü idi. 

Laboratuvarlar, sınıflar, anfiler değil, “ikna odaları” çalıştı. 2000 yıllardan sonra artan sayılarıyla birlikte üniversitelerimizin nitelik sorunu daha belirgin hâle geldi. Hem bu soruna çözüm için hem de üniversitelerin entelektüel kesim için bir ortam olma özelliği kazanması için yetkili kurumlarca adımlar atılmaya başlandı. Akademisyenlerin kalitesini arttırmak amacıyla getirilen yeni kriterler, görünür amacıyla geç alınmış kararlardır. Özellikle doçent olduktan sonra profesörlük için – rütbe bekleyen asker gibi – sâdece beş yılını doldurmayı bekleyen profesörler yüzünden akademik yük, kadro bulma amacıyla yayın yapan doktora öğretim üyeleri ve doçentlerin omuzlarına kalıyordu. Profesör olduktan sonra değil yayın yapmak lisans sınıflarına ders vermekten imtina edenler yok değildi. Yeni kriterler ile daha eskiden doçentlik ve profesörlük tezi kadar olmasa da, Q1, Q2, Q3 olarak adlandırılan dergilerde yayın yapmak gibi zor bir süreç ortaya çıkmıştır. 

Bu durum – bu tür dergilerde yayın yapmanın ABD doları ile fiyat veren uluslararası şebekeler üzerinden kolaylaştırılması garâbeti bir kenara bırakılırsa – başka bir sakınca yaratmaktadır. Bu sakınca, akademisyenlerin zâten pek de yakın olmadıkları entelektüel olmayan ortalama insanlardan uzaklaşmaları ve kendi akademik çevrelerinde “top çevirme” gibi bir tavra girmeleridir. Bir taraftan dört yıllık bir bölümde okuyan öğrenci, mezun olunca kariyer plânını netleştiremezken, diğer taraftan akademisyenler üniversite dışında bir hayat yokmuşçasına bir didinme içine girmektedir. Sonuçta üniversite ve üniversitedeki hoca, toplum nazarındaki işlev açısından gitgide iletişimini kaybetmekte, silikleşmekte ve itibar kaybı yaşamaktadır. Sorun yumağı bundan ibâret değildir. 

Akademik kadroların kalitesi arttırılırken onların artan kaliteleriyle yetiştirecekleri öğrencilerin alt yapı kalitesi gitgide düşmektedir. “Üniversite mezunu işsiz” yaftasının etkisiyle iyice düşen kalite, üniversiteye girişte barajın kalmasıyla bir darbe daha yemiştir. Neticede toplumla iletişimi azalan üniversite çevresinin arası, toplumun üniversiteye uzanan kolu olan öğrencilerle de açılmaktadır. Yâni kalitesini ve entelektüel seviyesini sürekli arttıran akademisyenler, kalitesi her yıl biraz daha düşen öğrencilerle muhatap olmaktadır. Bunun çâresi çok zor değildir.

 Barajın kalmasıyla daha geniş bir öğrenci kitlesine sağlanan yüksek öğretim hakkının suistimâli, üniversiteye girildikten sonra ders geçme kriterlerinin zorlaştırılması, devlet üniversitelerinde alttan alınan derslerin ücretli olması, bir dersin en fazla üç defa alınması ve başarısızlık durumunda kaydın silinmesi gibi uygulamalarla engellenebilir. Böylece nasılsa ücret verilmiyor diye dördüncü sınıf öğrencisinin birinci sınıftan ders almada sorumsuz davranmasının önüne geçilebilir ve sorumluluk edinen öğrencinin kalitesi artmış olur. Bu uygulamalar sonucunda Edward Said’in tespitiyle “asıl amaç toplumu değiştirmek değil akademik kariyer yapmak olduğu için anlaşılmaz ve barbar bir üslupla yazan” (1) üniversite hocalarıyla en basit imla kuralını bile bilmeyen ve bilme ihtiyâcı duymayan öğrencinin yarattığı kısa devre de ortadan kalkacak ve entelektüellik özellikleri zemin bulacaktır. 

Elbette akademisyenlerden birkaç yılda entelektüel tavır sergilemeye başlamalarını beklemek fazla iyimserlik ve gerçeklikten uzak olur. Ama en azından bu özelliklerini kenara koymak zorunda kalanlara fırsat verilmiş olacaktır. Entelektüel olmak için mutlaka akademisyen olmak gerekmez. Ama entelektüeller için en verimli iklim, en verimli ortam üniversitelerdir. Zira akademisyenlerin entelektüellik ortak kümesinde buluşma ihtimalleri diğer meslek gruplarına kıyasla daha yüksektir. Paylaştıkları fikir ve düşüncelere gelen lehte ve/veya aleyhte yorumlar, o fikir ve düşüncelerin daha rafine hâle gelmesine hizmet eder. Akademisyenler kendi aralarında oluşturacakları usta-çırak ilişkisiyle entelektüelliğin bir mecra oluşturarak topluma yön gösterme vasatını tesis ederler. Entelektüellik bu akademik vasatta bir kültür hâline gelir ve kendi doğal kimliğini oluşturur. 

(1) Edward Said (2015). Entelektüel. Ayrıntı Yayınları, İstanbul. (s.80)

Yorumlar
Yorumlar yükleniyor...
Daha fazla yorum yükle...