İstanbul
Açık
12°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce

Anahtar Kelimeler-26 (Memur)

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:

Anadolu’da “devletin kulağını tutmak” diye bir tâbir vardır. “Devlette bir memurluk al da hangi memurluğu aldığın önemli değil. En küçük memurluk da olur” anlamına gelen bu tâbir, Anadolu insanının devlete nasıl baktığının göstergesidir. Devlet memuru olan kişinin alacağı maaş ve tarih garantidir. Bir gün bile sekmez. Devlet memurluğunda işten atılma, özel durumlar hâricinde, yoktur. Memur, sırtını devlete dayamıştır. Ama maaşının ne kadar olacağı konusunda devlet memurunun iradesi yoktur. Grev yapamaz. Yapsa bile göstermelik yürüyüş, slogan ve pankartlardan ileri gidemez. 

Özel sektördeki kadar olmasa da her maaşlı çalışan gibi memur, özgürlüğünü elde ettiği garantiler karşılığında devlete devretmiş demektir. Kısaca devlet memuru “657’ye tâbidir”. Her şeye devletin karar verdiği, her şeyi devletin yaptığı (veya yapmadığı) bir sistemde insanların hayatlarını idâme ettirmek ve/veya iyileştirmek için baktıkları tek yer, devlettir. “Devlet kapısı” ve “devlet kuşu” diye yüceleştirme sıfatlarının bulunduğu Türkçe’de böyle tâbirlerin varlığı, devlet-vatandaş ilişkisini ortaya koyar. Zoru gören, başı sıkışan “devlet yapsın” der, çıkar işin içinden. Ya da çıktığını zanneder. 

Özel sektörün ne kadar “asgarî ücret” vereceğini bile devlet tespit eder. Bu devlet-vatandaş ilişkisi içinde, her zam döneminde hayâl dolu bakışlarla ilgili bakanın iki dudağından çıkacak söze kilitlenen memur profili vardır. Devlet ile sendikalar arasında yapılan pazarlıklarda, sendikaların istediği ama devletin istemediği bir rakamın kabûl edildiğini hatırlamıyorum. İki taraf da pazarlık taktiği olarak almak istediğinin/vermek istediğinin üstünde/altında rakam ile başlar ve sonunda “devletin dediği olur”. Devlet, âdeta bir tanrıdır. Memur, her zaman muzdariptir. 

Memur, dar gelirliliğinin daha da daraltıldığı bir hayat yaşamaya devam eder. Şartlar birileri tarafından ayarlanır. Memur, hep pasiftir; edilgendir. Ama ne çelişkidir ki, “özgürlük” gibi aktif, etkin olmanın bir netîcesi olan bir sevda peşinden gider, pek de inanmadan. Devlet memuru olmak için sınavlara girerken, ne kadar maaş alacağını bilse de o maaşının az ve kısıtlı olduğunu para cebine girene kadar anlamaz. Memur olan bir kişi, çok geçmeden, “bu paraya bu iş yapılmaz” diye şikâyet etmeye başlar. Ama istifâ edip kendi işini kurmaya ya da özel sektöre geçmeye de cesâret edemez, çünkü o zaman çok çalışması gerekir. Büyük bir bölümünün Turhan Feyzioğlu’nun harika bir Türkçe ile dilimize kazandırdığı Kölelik Yolu adlı kitabında Friedrich von Hayek, hayâtın piyasalar üzerinden devlet tarafından plânlandığı ortamı anlatırken, memurların ruh hâllerinin de dolaylı bir çözümlemesini yapar.

 “İnsanlar, herkesin başına gelebilecek olan ıstırapları az çok tevekkülle karşılarlar; fakat devlet otoritesi tarafından bile bile sebebiyet verilen ıstıraplara aynı şekilde kolaylıkla katlanmazlar. Gayrı şahsî bir makine içinde ehemmiyetsiz bir dişliden ibâret bulunmak nâhoş bir şeydir; ilânihâye yerimize çivilenmiş ve başımıza getirilen âmirlerin keyfine terkedilmiş bulunduğumuz takdirde, vaziyetimiz hudutsuz derecede daha fenâdır. Herkes, içinde bulunduğu durumun bir otoritenin arzusundan doğduğunu gördükçe, hissedilen memnuniyetsizlik gitgide artacaktır. 

Adâleti sağlamak için plâncılığa tevessül eden bir hükûmet, kimsenin mukadderatının mesuliyetini üzerinden atamaz. Plânlaştırılmış bir cemiyette, herkes diğerlerinden daha iyi veya daha fenâ bir kadere sâhip olmasının, kontrol edilemeyen ve önceden sarih surette görülmeyen hâllerin neticesi değil, bir otoritenin arzusunun eseri olduğunu bilecektir. (…) 19. Yüzyıl siyâsî mütefekkirlerini korkutan kabûl: “Zenginliğe ve şerefe giden bütün caddelerin hükûmetten geçtiği” devlet şekli, bizim nesle yabancı değildir” (s.152). Hayek, burada “bizim nesle” derken Türkiye’yi de dâhil etmiş midir, bilmiyorum ama Türkiye’deki devlet-vatandaş ilişkisinde ve “devlet memurluğu” anlayışında bu söyledikleriyle çelişen tek bir nokta göremiyorum.

 Hayek, bu tespitinden sonra devlet otoritesini elinde bulunduranların bu plânlamacı güçlerinin tehlikesine rağmen câzip ve vazgeçilmez görülmesini de şöyle açıklar: “Devlet, bütün iktisâdî hayâtı bir plân dâiresinde idâre etmeye kalkıştı mı, muhtelif toplulukların ve fertlerin lâyık oldukları sıra ve mevkilerin tâyini meselesi, ister istemez en mühim siyâsî mesele hâline gelecektir. Şu veya bu şahsa ne bahşedileceğini sâdece devlet kuvvet ve iktidârı tâyin edeceğine göre, herkes var gayretiyle bu idâreci kuvvete iştirak etmeye çalışmakta fayda görecektir. Her iktisâdî veya ictimâî mesele, aynı zamanda siyâsî bir mâhiyet alacaktır. 

Meşhur “Kim? Kimin İçin?” tâbirini Sovyet rejiminin ilk yıllarında zannederim bizzat Lenin ortaya atmıştı: Sonradan halk bu parolayı sosyalist cemiyetin meselelerini hülas etmek için kullanmıştır. Kim kimin için plânlar yapacak, kim kimi sevk ve idâre edecek, kim insanların hayattaki mevkilerini tespit edecek, kim başkaları tarafından tâyin olunan hissesine râzı olacaktır? Bütün bu ana meseleler hakkında, iktidârın başında bulunanlar tek başlarına karar vereceklerdir” (s.153). Hayek’in sosyalizme bir eleştiri olarak da tahlil ettiği bu durum, Türkiye’yi âdeta isim vermeden anlatmaktadır.

 Evinin önündeki karın temizlenmesi için devletin harekete geçmesini bekleyen bir anlayış, “adam sen de” boyasıyla boyanmış bir yapı ortaya çıkartmaktadır. Siyâsetçilerin oy uğruna her seçim öncesi verdiği tavizlerle, bu memur zihniyeti sâdece devlet memurlarıyla sınırlı olmaktan çıkıp bir toplumsal davranış hâline gelmiş durumdadır. Bu kafa ile elde edilmeye çalışılan özgürlük de sâdece yürüyüşlerde taşınan pankartlarda ve atılan, bestesi bozuk sloganlarda sıkışmış bir fantezi olarak kalmaya mahkûmdur. Bu durum maalesef seçimleri ve oy vermeyi devletten tâviz koparma aparatı hâline getirdiği için, demokrasiyi de tartışılır hâle getirmektedir. Friedrich von Hayek (2010). Özgürlük Yolu (çev.: Tuthann Feyzioğlu). Liberte Yayınları, Ankara.

Yorumlar
Yorumlar yükleniyor...
Daha fazla yorum yükle...