Kierkegaard’ın felsefesi ve tasavvuf: İnsan Tanrı’ya nasıl ulaşır?
Ramazan ayında Cumartesi günleri dinî – tasavvufî konularda yazacağımdan bahsetmiştim. Bugün de sizlerle biraz alışılmadık bir konuyu ele alacağım: Danimarkalı filozof ve ilahiyatçı Søren Kierkegaard’ın varoluşçu felsefesinde kullandığı bazı kavramlar ile İslam Tasavvufunda (kişinin hakikate doğru derûni / içsel seyahati olan) seyr-i sülük arasındaki benzerlik ve ortaklıklardan bahsedeceğim. Dinin temeli inanç bağlamında Tanrı’nın varlığı ile insanın kurduğu ilişkidir. İnsanın dine girebilmesi için her şeyden önce Tanrı’ya inanması, onun var olduğunu kabul etmesi gerekir. İnsan dine girdikten sonra (bu herhangi bir din olabilir) dinin insanların davranışları ve yaşam tarzlarına etkisi çetrefilleşir.
İlk bakışta saf ve samimi bir şekilde Tanrı’ya inanma ve ona teslim olma ile başlayan Tanrı – İnsan ilişkisi zaman içinde dinin kurum ve kuralları ile birlikte -adeta- bürokratikleşir ve resmileşir. Öyle ki, inancın başlangıcında her kesin idrakindeki Tanrı imgesi gayet kişisel iken, dinî kural ve akidelere bağlandıkça Tanrı’nın herkes için tek bir resmi tanım ve imgesi oluşur. Son aşamada artık Tanrı’nın varlığı ve var oluşu hakkında düşünmek bile yasaklanır. İnsanın Tanrı’ya inanç ihtiyacı bir vakadır. Ancak bir dinin kural ve kurumları içinde boğulan birey bizatihi Tanrı’ya yabancılaşmaktadır. Onunla inancın başındaki saf ve temiz ilişkiyi kaybetmiştir. Günlük rutin ibadetleri tamamlayıp, dinin emir ve yasaklarına sıkı sıkı uyarsanız öbür tarafta Cennet’le mükafatlandırılırsınız.
Çok meşhur ve popüler bir Hocamız’ın dediği gibi: “Çok fazla düşünmeye, sorgulamaya gerek yok. Çok düşünürseniz motoru kaynatırsınız!” İşte motoru kaynatanlardan kimisi Sören Kierkegaard gibi kendini felsefeye vurmakta, kimisi de derviş olup kendisinden geçmektedir. “Hocam, yani Danimarkalı bu filozof Müslüman mı olmuş?” Hayır, aksine çok inançlı bir Hristiyan’dır. Ancak kendi Kilise’sinin uygulamalarını sert bir şekilde eleştirir ve karşı çıkar.
Benim burada vurgulamak istediğim dinin bürokratik ve resmi kurum ve kurallarından sıyrılarak, bireyin ilâhi hakikate ulaşmak için gideceği yolun benzer olduğudur. İlk önce Kierkegaard’ı tanıtıp onun felsefesinin temel noktalarını anlatalım. Sonra İslam Tasavvufundaki bazı kavramlarla Kierkegaard felsefesinin nasıl uyuştuğunu belirtiriz.
KIRKEGAARD KİMDİR?
Søren Kierkegaard (1813-1855), Danimarkalı bir filozof, ilahiyatçı, yazar ve eleştirmendir. Varoluşçuluğun öncülerinden biri olarak kabul edilir. Düşünceleri, bireyin özgürlüğü, varoluş kaygısı, inanç ve etik üzerine yoğunlaşmıştır. Kierkegaard, Hegel’in sistematik felsefesine karşı çıkmış ve bireyin öznel deneyimini ve kişisel kararlarını ön plana çıkaran bir yaklaşım benimsemiştir. Kierkegaard’ın çalışmalarında öne çıkan düşünceler aşağıdaki özetlenebilir:
- Varoluş Kaygısı ve Seçim: İnsan hayatının temelinde kaygı ve belirsizlik vardır. Birey, seçimleriyle kendini yaratır.
- Estetik, Etik ve Dini Aşamalar: Kierkegaard, insanın üç farklı yaşam tarzından geçebileceğini savunur:
- 1.Estetik Aşama: Zevk ve haz peşinde koşulan bir yaşam tarzıdır.
- 2.Etik Aşama: Ahlaki sorumluluklar ön plana çıkar.
- 3.Dini Aşama: Tanrı’ya tam bir teslimiyetle yaşanan aşamadır.
- İnanç ve "İnanç Sıçraması" (Leap of Faith): Tanrı’nın varlığı akıl yoluyla kanıtlanamaz; insan, inanç sıçraması yaparak Tanrı'ya bağlanmalıdır.
Kierkegaard’ın çalışmaları, 20. yüzyıl varoluşçu filozofları (Jean-Paul Sartre, Martin Heidegger gibi) ve modern teoloji üzerinde büyük bir etki bırakmıştır. Başlıca eserleri arasında Korku ve Titreme, Ya/Ya da, Ölümcül Hastalık: Umutsuzluk ve Felsefi Parçalar bulunur.
İNANCIN ŞOVALYESİ VE SUFİ
Sören Kierkegaard, Batı düşünce tarihinde varoluşçuluğun öncülerinden biri olarak kabul edilir. O, bireyin Tanrı ile ilişkisini merkeze alan felsefi bir yaklaşım geliştirmiştir. Onun "İnancın Şövalyesi" (Knight of Faith) kavramı, bireyin Tanrı’ya en üst düzeydeki teslimiyeti ve Tanrı'ya olan mutlak güvenini ifade eder. Bu kavramın, İslam tasavvufu ile bağlantısını incelediğimizde, özellikle vahdet-i vücud (varlığın birliği) ve fenafillah (Allah’ta yok olma / insanın benliğini aşması) gibi kavramlarla derin benzerlikler taşıdığını görürüz. Yazının bu kısmında, Kierkegaard'ın İnancın Şövalyesi anlayışı ile İslam tasavvufunun Hakikat arayışı arasındaki ilişkiyi ele alacağız. Kierkegaard, bireyin Tanrı'yla ilişkisini, varoluş krizleri ve paradokslar üzerinden açıklayan bir düşünürdü. O, "Korku ve Titreme" eserinde Hz. İbrahim'ın Tanrı'nın emrine mutlak teslimiyetini anlatır ve bunu İnancın Şövalyesi kavramıyla özdeşleştirir. Hz. İbrahim, oğlu İshak’ı (veya biz Müslümanlar’a göre İsmail’i) kurban etmekle yüzleşmiş, ancak Tanrı’ya duyduğu mutlak bir güven ve sonsuz teslimiyetle Tanrı'nın iradesine bağlılık göstermiştir. Kierkegaard'ın gözünde bu durum, bireyin mantıksal çelişkileri aşarak Tanrı'ya duyduğu kesin inanca dayanan bir hareket biçimidir. İnancın Şövalyesi, Kierkegaard’ın felsefesine göre kendi yaşamının "estetik" ve "etik" aşamalarını geride bırakmış, "dini" aşamaya ulaşmış bireydir. Bu kişi, Tanrı'ya duyduğu sarsılmaz güvenle hareket eder ve yaşamın getirdiği paradokslara rağmen inancını sürdürür. Burada "sonsuz teslimiyet" ve "mutlak güven" kavramları öne çıkar. Bu tanımlar İslam tasavvufunda “ilahi hakikate ulaşmak isteyen birey” olan sûfiyi hatırlatmaktadır. Tasavvuf, bireyin nefsini aşarak Allah’a ulaşma yolculuğu olarak tanımlanabilir. Bu yolculukta sürekli bir arayış, teslimiyet ve paradokslarla yüzleşme durumu vardır. Mutasavvıfların "fenafillah” yani Allah’ta yok olmak, Allah’ın rızasını almak için bütün kişisel hırslarından vazgeçmek, olarak adlandırdığı bu süreç, kulun kendi benliğini bırakıp tamamen Allah’a yönelmesi anlamına gelir. Fenafillah makamına ulaşmış sufi, Kierkegaard'ın İnancın Şövalyesi kavramıyla büyük ölçüde benzeşir. Tasavvufta birey, manevi yolculuğu boyunca "nefs-i emmare’den” (kötülüğü arzulayan ve emreden benlikten) "nefs-i mutmainne’ye” (tam huzura ulaşan benliğe) geçer. Bu sürecin sonunda kul, Allah’ın iradesine mutlak teslimiyet gösterir. Yunus Emre'nin "Boyandım rengine solmazam ayruk / Aşıkam, aşıkam ölmezem ayruk" dizeleri, bu teslimiyetin ve kendini aşmanın bir yansımasıdır. Bir başka bakış açısından Hz. İbrahim örneği ile verilen İnanç Şövalyesi ile İslam tasavvufunda da benzer bir teslimiyet anlayışı mevcuttur. Özellikle Hallac-ı Mansur’un "En-el Hakk / Ben Hakk’ım" sözü, bir sûfînin Allah ile tam bir özdeşleşme yaşaması olarak yorumlanır. Kierkegaard’ın İnanç Şövalyesi gibi, tasavvufta da birey dünyevi kaygıları ve akıl yürütmeleri aşarak kendisini Allah’ın iradesine teslim eder. Mevlânâ’nın şu sözleri bu noktayı vurgular: “Aklını ayaklarının altına al da, yürü!” Bu, bireyin yalnızca mantıksal düşünceye dayanarak hakikati kavrayamayacağını, ancak aşk ve inanç ile teslim olduğunda Allah’a ulaşabileceğini anlatır. Pekiyi, insanın ilahi Hakikat’e giden yolunun başlangıcı nedir? Kierkegaard’a göre bu varoluş kaygısıdır.
VAROLUŞ KAYGISI / ANGST VE İÇSEL YOLCULUĞUN BAŞLANGICI
Kierkegaard’ın felsefesinde önemli bir kavram olan "angst" (kaygı), bireyin varoluşsal gerçekliğinin farkına varmasıyla ortaya çıkar. Bu kaygı, sıradan hayatın sınırlılıklarını aşmaya çalışan bireyin, bilinmeyenle yüzleştiği bir duygudur. Kierkegaard’a göre angst, insanın özgürlüğünün ve seçim yapma zorunluluğunun bir sonucudur. Ancak aynı zamanda, Tanrı’ya giden içsel yolculuğun da başlangıç noktasıdır. İnsan, varoluşsal kaygı içinde anlam arayışına girer ve nihayetinde Tanrı’ya yönelerek içsel huzura ulaşır. İslam tasavvufunda da kaygı ve içsel yolculuk arasında benzer bir ilişki kurulur. Sûfîler, dünyaya dair kaygının insanı maddi ve sınırlı bir varoluştan uzaklaştırarak, aşkın olana yönlendirdiğini savunurlar. Bu bağlamda, Kierkegaard’ın "angst" kavramı ile tasavvufta sıkça vurgulanan "gariplik" ve "dervişin dünya ile olan mesafesi" arasında bir paralellik görmek mümkündür. İnsanın dünyadaki geçiciliğini idrak etmesi, onu ilâhi Hakikat’i aramaya sevk eder.
KAYGIDAN HUZURA: DÖNÜŞÜM SÜRECİ
Kierkegaard’a göre, inanç yolculuğu kaygıyla başlar ve huzurla sona erer. İnsan önce kendi varoluşunun ağırlığını hisseder, ardından etik ve estetik yaşam aşamalarını aşarak dini yaşam aşamasına ulaşır. Bu süreç, tasavvufta da "seyr-i sülûk" olarak adlandırılır. Bir sûfî, nefsinin arzularını ve dünyevi kaygılarını aşarak Allah’a yönelir. Kaygının yerini huzur alır ve birey, aşkın bir bilinç düzeyine ulaşır. Bu aşama benliğin “nefs-i mutmainne” mertebesine eriştiği anlamına gelir. Bu dönüşüm süreci hem Kierkegaard hem de tasavvufta bireyin içsel / derûni çilesiyle şekillenir. Kierkegaard için bu, bireyin yalnız başına verdiği bir mücadele iken, tasavvufta şeyh-mürid ilişkisi bu yolculuğa rehberlik eder. Ancak nihai hedef aynıdır: Benliği aşarak, Tanrı ile kurulan doğrudan bir ilişki.
SONUÇ
Kierkegaard’ın İnanç Şövalyesi kavramı ile İslam tasavvufu arasında derin paralellikler bulunmaktadır. Her iki düşünce sisteminde de birey, dünyasal kaygılar ve etik normların ötesine geçerek Tanrı’ya yönelir. Angst, yani varoluş kaygısı, bu yolculuğun başlangıcı olup, bireyi içsel bir arayışa sürükler. İnanç Şövalyesi ve sûfî arasındaki temel benzerlik, onların Hakikat’i yalnızca akıl ile değil, içinde şüphe barındırmayan bir inançla ve Tanrı’ya mutlak bir teslimiyetle kavramalarında yatar. Bu bağlamda, hem Kierkegaard’ın felsefesi hem de tasavvuf, bireyin varoluşsal kaygıyı aşarak Tanrı’ya ulaşma sürecini anlamamıza ışık tutmaktadır. Hepinize kaygılarınızdan arındığınız ve iç huzura ulaştığınız bir Ramazan dilerim.