Depremin gösterdiği siyasi ve idari fay hatları
23 Nisan günü İstanbul’da yaşanan 6,2 büyüklüğündeki deprem, sadece fiziki yapıları değil, idari sistemin dayandığı kolonları da test etti. Can kaybı yaşanmaması büyük bir teselli olsa da, afet sonrası yaşanan koordinasyonsuzluk, iletişim kopukluğu ve kriz yönetimindeki zafiyet, sorunun sadece mühendislik değil aynı zamanda bir yönetim meselesi olduğunu bir kez daha gösterdi.
Deprem, doğası gereği anidir ve paniğe yol açar. Bu panik anında sistemin nasıl çalıştığı ya da çalışmadığı, sadece o andaki reflekslere değil, daha önceden kurulmuş kurumsal yapının niteliğine bağlıdır. Türkiye’de afet yönetimi, bu yapısal sınavdan bir kez daha zayıf not almıştır.
Bu yapısal zafiyetlerin temelinde, sadece teknik değil aynı zamanda idari ve siyasi nitelikli sorunlar yatmaktadır.
Bunları ana başlıklar hâlinde şöyle özetleyebiliriz:
(i) Aşırı merkezileşmiş karar yapısı, yerel reflekslerin felce uğramasına yol açmaktadır.
(ii) Kurumsal rollerin belirsizliği ve yetki çatışması, müdahale süreçlerinde aksamalara neden olmaktadır.
(iii) Siyasi kutuplaşma, afet anlarında bile koordinasyonun yerini rekabete bırakmaktadır.
(iv) Şeffaflık eksikliği, veri paylaşımını sınırlamakta, halkın doğru bilgiye erişimini engellemektedir.
(v) Toplumsal güvenin zedelenmesi, devlete olan inancı sarsmakta ve bireyleri yalnızlık duygusuna itmektedir.
İşte bu yazıda, yukarıdaki başlıklar üzerinden hem mevcut sorunları irdelemeye hem de çözüm yolları üzerine düşünmeye çalışacağız.
1. SİYASİ MERKEZİLEŞMENİN KRİZİ
Afet yönetimi alanında en dikkat çekici zafiyet, karar süreçlerinin merkezde toplanması ve yerel yönetimlerin yeterince sürece dahil edilmemesidir. Olağan zamanlarda bile hantallaşan bürokrasi, afet anlarında reflekslerini kaybetmiş bir organizmaya dönüşüyor. Bu durum, sadece operasyonel bir eksiklik değil, aynı zamanda bir sistem arızasıdır.
Afetle başa çıkmak, çok katmanlı bir iş birliği gerektirir. Ancak Türkiye’de afetle mücadele, hâlâ “komuta-kontrol” anlayışıyla yürütülmeye çalışılıyor. Oysa afet, sahada başlar ve sahada biter.
Merkeziyetçi bir yapının, mahalledeki dar bir sokağa zamanında ulaşması, bilgiye erişmesi ve karar
vermesi zordur. Yerel tecrübe ve inisiyatif olmadan hiçbir merkezî plan etkili olamaz.
2. KOORDİNASYON SORUNU: BÜROKRATİK ROL KARMAŞASI
Deprem sonrası müdahale masasında belediye temsilcilerinin olmaması, teknik bir ihmal değil, politik bir tercihtir. Afet gibi tarafsız olması gereken bir alanda bile, siyasal kimlikler belirleyici hale gelmişse,
bu durum yalnızca afet yönetimini değil, rejimin sağlığını da sorgulatır.
Koordinasyon eksikliği, kimi zaman bilgi akışını engelliyor, kimi zaman da gereksiz gecikmelere neden oluyor. Afet anında zamanla yarışılırken, farklı kurumların birbirinden habersiz, hatta birbirine rakip gibi hareket etmesi, sistemsel bir felce işaret etmektedir. Bu felç, afetin yıkıcı etkilerini daha da artırmaktadır.
Üstelik bu koordinasyon eksikliği sadece yerel–merkez düzeyinde değil, merkezî yönetimin kendi iç yapısında da belirgindir. Aynı anda sahada bulunan AFAD, ilgili bakanlıklar, Cumhurbaşkanlığı, hatta
AK Parti il başkanlıkları arasında görev tanımları net olmadığı gibi, hiyerarşik ilişki de belirsizdir. Kimi
zaman siyasi aktörler teknik kurumların önüne geçmekte, kimi zaman da bilimsel danışma mekanizmaları tamamen devre dışı kalmaktadır. Bu parçalı yapı, karar alma süreçlerini yavaşlatmakta; bilimsel bilgiye değil, siyasi reflekslere dayalı müdahale biçimlerini öne çıkarmaktadır.
Oysa afet anı, bilimsel aklın ve idari disiplinin eşgüdüm içinde çalışmasını zorunlu kılar.
3. KOORDİNASYON SORUNU: SİYASİ REKABETİN YOL AÇTIĞI SİYASİ KÖRLÜK
Yerel yönetimlerin, özellikle büyükşehir belediyelerinin afet yönetimi süreçlerinden dışlanması, teknikten ziyade siyasi bir tercihtir. Oysa şehirlerdeki demografik yapıdan ulaşım ağlarına, bina stokundan sosyal hassasiyet bölgelerine kadar en ayrıntılı veriler, büyük oranda belediyelerin elindedir. Belediyeler, sadece birer altyapı operatörü değil, aynı zamanda kentte yaşayanların iradesini temsil eden siyasal kurumlardır. Bu nedenle afet anlarında belediyelerin süreç dışı bırakılması, halkın iradesinin ve taleplerinin sistematik olarak göz ardı edilmesi anlamına gelir. Böyle bir yapı, afetin etkilerini azaltmak yerine, güvensizlik, yabancılaşma ve koordinasyon eksikliği doğurur. Üstelik belediyeler, halkla doğrudan temas hâlinde olduklarından, sahadan gelen ihtiyaçları merkeze en hızlı taşıyabilecek aktörlerdir. Bu potansiyelin, sadece farklı siyasi kimlik taşıyorlar diye yok sayılması, afeti teknik bir sorun olmaktan çıkarıp, rejim temelli bir temsil krizine dönüştürür.
Depremler ve afetler, doğaları gereği siyaset üstü olaylardır; çözüm süreçlerinde siyasi rekabetin değil, milli dayanışmanın belirleyici olması gerekir. Ancak Türkiye’de her afet, siyasi kutuplaşmanın yeniden üretildiği bir alana dönüşmekte; bu da halkta “bu devlet benim için mi çalışıyor?” sorusunu derinleştirmektedir. Oysa afet anları, toplumsal ayrışmaların değil, birleşmenin zamanı olmalıdır.
Devletin tüm kademeleri, parti farkı gözetmeksizin bir araya gelebilmeli; halkın seçtiği yöneticiler,
yalnızca afetzede değil, karar ortağı olarak görülmelidir. Siyasi rekabetin afet yönetimini gölgelemesi, sadece işlevsel değil, aynı zamanda etik bir sorundur. İnsan hayatının risk altında olduğu bir ortamda siyasi aidiyetler değil, meslekî liyakat, kurumsal iş birliği ve bilimsel akıl öne çıkarılmalıdır. Aksi hâlde deprem, sadece yer kabuğunu değil, kamusal aklı ve toplumsal vicdanı da çatlatır.
4. TOPLUMUN DEVLETE GÜVENİ ZEDELENİYOR
Devletin en temel işlevlerinden biri, yurttaşlarına güven duygusu aşılamaktır. Ancak afet anlarında yaşanan aksaklıklar, bu güveni aşındırmakta ve halk arasında "yalnız kalma" hissini derinleştirmektedir. Bu psikolojik kırılma, fiziksel yıkımdan daha kalıcı olabilir.
İletişim hatlarının çökmesi, yardım çağrılarının karşılıksız kalması, kamu otoritesine duyulan güveni azaltmakta; vatandaşın kendi başının çaresine bakma mecburiyetini normalleştirmektedir. Oysa afet yönetiminin en önemli hedefi, toplumun dayanışma duygusunu kamu gücüyle buluşturmak olmalıdır.
Eğer devlet, afet anlarında sadece bir görüntü vermekle yetiniyorsa, bu da yapısal bir güven krizine dönüşür.
5. ALTERNATİF YÖNETİM: YEREL GÜÇLENDİRME VE ŞEFFAF KOORDİNASYON
Afet yönetimi yalnızca araç, bina, personel gibi fiziksel kaynaklarla değil; bu kaynakları doğru zamanda ve doğru yerde harekete geçirecek idari zekâ ve örgütsel iş birliği ile mümkündür. Bu zekânın en etkili biçimde işleyebilmesi için, karar süreçlerinin merkezden yerele doğru yayılması ve her seviyede sorumluluk sahibi kurumların birbirini tamamlayıcı biçimde konumlandırılması gerekir. Ne var ki Türkiye’de afet yönetimi hâlâ “merkez emreder, taşra uygular” kalıbına sıkışmış durumdadır. Oysa afetler, doğası gereği yereldir; ilk müdahale, ilk gözlem ve ilk ihtiyaç değerlendirmesi mahalle ve semt düzeyinde başlar. Bu yüzden yerel yönetimler yalnızca uygulayıcı değil, strateji belirleyici ve karar ortağı konumuna getirilmelidir.
Bu konuda Japonya özellikle dikkat çekici bir model sunar. Japonya’da belediyeler ve yerel idareler,
afet yönetimi planlarını merkezi hükümetle birlikte hazırlar. Her belediyenin bir “Disaster Management Plan”ı vardır ve bu planlar düzenli olarak güncellenir. Okullardan kamu kurumlarına, özel sektör iş birliğinden sivil toplum katılımına kadar geniş bir aktör yelpazesiyle senaryolu tatbikatlar yapılır. Ayrıca, belediyeler kendi mahalle birimlerini oluşturarak “gönüllü afet destek ekipleri” (community-based response units) kurar. Bu yerel ekipler hem afet öncesi farkındalık eğitimleri verir hem de afet sonrası ilk müdahaleyi yapar. Merkezî hükümet ise bu sürece rehberlik eder, finansman sağlar ve büyük çaplı destek hizmetleri sunar. Kısaca, Japon modeli, yerelin bilgisiyle merkezin kapasitesini eşgüdüm içinde birleştirir.
Türkiye'de ise benzer bir yapı kurmak için üç temel adım gereklidir:
(i) Yasal Yetki Paylaşımı: Belediyelerin afet planları yapması ve bu planlara göre bütçe ayırabilmesi, yasa ile güvence altına alınmalıdır.
(ii) Veri Paylaşımı ve Şeffaf Koordinasyon: Tüm afet risk haritaları, yapı stoku verileri ve iletişim protokolleri merkezi kurumlar ile yerel yönetimler arasında açık biçimde paylaşılmalıdır.
(iii) Kurumsal Roller ve Hesap Verebilirlik: Her kurumun görevi ve sorumluluğu önceden netleştirilmeli, yetki karmaşası önlenmelidir. Her düzeydeki yöneticinin görevini yerine getirme düzeyi kamuoyuna açık biçimde denetlenebilir olmalıdır.
“Kim daha çok görünür?” sorusunu geride bırakıp, “kim daha çok işe yarar?” sorusuna odaklanmak,
ancak böyle bir yeniden yapılanma ile mümkün olabilir. Şeffaf, çoğulcu ve koordineli bir afet yönetimi
yapısı, sadece afetlerde değil, demokratik yönetişim anlayışında da bir kalite sıçraması yaratacaktır
6. SONUÇ
Deprem, doğanın ürettiği bir krizdir; ama onun yıkıcılığını artıran, çoğu zaman insan yapımı zaaflardır.
İletişim altyapısındaki kırılganlık kadar, yönetim sistemindeki kırılganlık da göz ardı edilmemelidir.
Afet yönetimi bir teknik mesele olduğu kadar, aynı zamanda bir demokrasi testidir.
Devletin güvenlik değil güven üretmesi gerekir. Afet anlarında sergilenen her refleks, sadece can kurtarmaz; aynı zamanda toplumsal dayanışmayı ve devlete olan inancı da yeniden inşa eder. Etkin bir afet yönetimi için, merkezi karar gücüyle yerel bilgeliğin uyumlu bir biçimde çalışması artık bir seçenek değil, zorunluluktur.