İstanbul
Açık
15°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce

Enflasyonun 46 yıllık hikayesi - I: 1980 - 2001 arası

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:

Ben 1974 doğumluyum, yani 51 yaşındayım. Yazının başlığında gördüğünüz üzere 1980’den bu yana (1980 yılı da dahil olarak) 46 yıl geçmiş. Yani yaşadığım ömrün hemen hemen tamamını kapsayan bir süre. Bu süre içinde 2005 – 2017 yılları arasındaki (2017’de dahil olmak üzere) geçen 13 yıl dışında hep yüksek enflasyon vardı. Aslında benim kişisel hikâyem Türkiye’de enflasyonun hikâyesinin çok cüz’i bir kısmını oluşturur. Neden mi? Çünkü Türkiye’de enflasyon (her ne kadar elimizde resmi kayıtlar olmasa da müverrihlerin yazdıklarından anladığımız kadarıyla) ta Fatih Sultan Mehmet devrine kadar gider.

Bugün iki yazılı bir diziye başlıyorum. Yazı dizisinin cevaplamak istediği ana sorular şunlar: “1980’li ve 1990’lı yıllardaki enflasyonla, bugünkü enflasyon süreçleri arasında bir fark var mı?” “Neden o zaman hissedilmeyen gelir dağılımı bozukluğu ve hayat pahalılığı bugün hissedilmiyor?” “Bugün neleri eksik yapıyoruz, hangi hatalarda ısrar ediyoruz?” Serinin ilki olan bu yazıda 1980’li ve 1990’lı yıllarda yaşanan enflasyon sürecini ele alacağım. İkinci yazı ise AK Parti iktidarlarındaki enflasyon süreci olacak. Bunu da üç parçaya ayırabiliriz: 2002- 2007 arası, 2008 - 2017 arası ve 2018’den bu yana olan dönemler. Bu üç dönemde enflasyon farklı dinamikler sergilese de, 2002 – 2025 arası döneme damgasını vuracak çok temel ortak noktalar ve yaygınlaşan yapısal sorunlar var. Ancak bunları anlamak için, ilk önce benim çocukluk ve gençlik yıllarıma, yani 1980’li ve 1990’lı yıllara bir bakmalıyız.

I. 1980’LER: KONTROLLÜ DÖNÜŞÜM VE YÜKSEK ENFLASYONLU DENGE

1980’li yıllar, Türkiye için yalnızca bir ekonomik yön değişimi değil, aynı zamanda bir zihniyet dönüşümünün başlangıcıydı. 24 Ocak 1980 kararlarıyla birlikte, ithal ikameci sanayileşme anlayışı terk edilerek dışa açık, piyasa odaklı bir büyüme modeline geçildi. Bu kararlar yalnızca teknik değil, aynı zamanda ideolojik bir tercihti: Devletin ekonomideki doğrudan belirleyici rolü azaltılırken, sermaye birikiminin alanı genişletildi. Ancak bu dönüşüm, toplumsal yapıyı bir anda değiştirmedi. Aksine, yüksek enflasyon koşulları altında adım adım yeniden şekillenen bir geçiş rejimi ortaya çıktı.

Bu dönemin en belirgin özelliği, yüksek ama öngörülebilir bir enflasyonla birlikte yaşanmasıydı. TÜFE oranları yıllık bazda yüzde 30 ile yüzde 60 arasında seyrederken, ücretler, kamu fiyatları ve döviz kuru gibi temel göstergeler genellikle enflasyona paralel biçimde ayarlanıyordu. Bu durum, toplumun geniş kesimlerinin enflasyon karşısında reel gelirlerini büyük ölçüde koruyabildiği bir “dengeleyici enflasyon” rejimi doğurdu. Yüksek enflasyon bir problem olarak tanınmakla birlikte, yaşamın akışıyla uyumlu hale getirilmişti.

Burada üç temel dengeleyici unsur öne çıkmaktaydı:

Birincisi, kamu iktisadi teşebbüsleri (KİT’ler) hâlâ ekonomide etkin bir rol oynuyordu. Girdi maliyetlerini sübvanse ederek özel sektörün üretim maliyetini düşük tutuyor, aynı zamanda fiyatlama süreçlerini kamu eliyle kontrol altında tutuyordu. KİT'ler, sadece ekonomik değil, aynı zamanda politik bir istikrar aracıydı; bölgesel kalkınmadan istihdama kadar geniş bir sosyal alanı dengelemekteydi.

İkincisi, tarım sektörü henüz çözülmemişti. Türkiye nüfusunun yaklaşık yarısı kırsal alanlarda yaşamaya devam ediyor, üretim ve tüketim zincirinin büyük kısmı iç piyasaya yönelik olarak örgütleniyordu. Tarım destekleme alımları ve taban fiyat politikaları sayesinde kırsal gelir görece istikrarlıydı. Bu durum, kentleşmenin yarattığı talep baskısını yumuşatıyor, gıda fiyatlarında ani sıçramaları engelliyordu.

Üçüncüsü, ücretler ve döviz kuru düzenli olarak enflasyona göre ayarlanıyor, böylece çalışan kesimin satın alma gücü tamamen olmasa da ciddi şekilde aşınmıyordu. Asgari ücret, memur maaşları ve emekli aylıkları her yıl (ve bazen yıl içinde iki kez) yeniden değerleniyor, döviz kuru ise sabit kur sisteminden çıkıldıktan sonra kontrollü biçimde yükseltiliyordu. Böylece hem iç piyasadaki talep dengeleniyor hem de ihracatçılar için rekabet gücü korunuyordu.

Bu çerçevede 1980’ler, yüksek enflasyona rağmen kurumsal kapasiteyle yönetilebilen, sosyal dengenin bütünüyle yıkılmadığı bir geçiş dönemi olarak öne çıkar. Devlet, bir yandan sermaye birikimi için yeni alanlar açarken, öte yandan toplumsal tepkileri yumuşatacak mekanizmaları da büyük ölçüde muhafaza etmiştir. Elbette bu sistemin kusurları da vardı: Enflasyonun yarattığı belirsizlik, yatırım kararlarını kısa vadeye sıkıştırıyor; sabit gelirli ile sermaye sahibi arasındaki fark derinleşiyordu. Ancak tüm bunlara rağmen, toplumun büyük kesimi bu enflasyonist düzene uyum sağlayabiliyor; gelecek beklentisi tümüyle sarsılmıyordu.

1980’ler boyunca uygulanan bu modelin sürdürülebilirliği sınırlıydı. Zira enflasyonla birlikte yaşamak mümkün olsa da onu yapısal üretkenlikle beslemeyen bir sistemin sonunda tıkanması kaçınılmazdı. Bu tıkanmanın ilk işaretleri 1989’daki (bence erken uygulanan) dış mali liberalleşme reformu ile görünür hale gelecek; 1990’lar boyunca ekonomik yapının derin kırılganlıkları gün yüzüne çıkacaktı.

II. 1990’LAR: KIRILGAN SERBESTLEŞMENİN KRİZE EVRİLMESİ: KONTROLDEN ÇIKAN YÜKSEK ENFLASYON

1990’lı yıllar, Türkiye ekonomisinde bir geçiş süreci değil, aksine bir gerilim ve kırılma dönemi olarak kayda geçti. 1980’li yıllarda görece dengeli biçimde sürdürülen yüksek enflasyon rejimi, 1990’lardan itibaren kurumsal ve siyasal istikrarsızlıklarla zayıflamaya başladı. Temel ekonomik göstergeler birbirinden kopmaya, enflasyon kontrolden çıkmaya, sosyal dokuda ise umudun yerini kırgınlık ve öfke almaya başladı.

Bu dönüşümün en kritik eşiği, 1989 yılında alınan ve dış sermaye hareketlerini serbest bırakan karardı. Artık Türkiye, yalnızca mal ticaretine değil, uluslararası mali sermayenin serbest dolaşımına da açılmıştı. Ancak bu açılım, kurumsal alt yapısı yetersiz, denetim mekanizmaları zayıf bir sistemde gerçekleştiği için kısa vadeli dış kaynak girişlerine bağımlı bir yapıyı doğurdu. Özel sektör ve tüketiciler nispeten ucuz döviz cinsi kredilerle borçlanıyor, dış borç artıyordu. Yüksek iç ve dış borç kırılganlıkları arttırıyor, yurt içi faizler yükseliyor, kamu açıkları giderek artıyor; devlet bütçesi, hem iç borç faizlerine hem de döviz kuru baskılarına karşı dayanıksız hale geliyordu.

Bu çerçevede 1990’lar, bir kırılganlık üçgeni ile tanımlanabilir. Aşağıda bu üçgenin köşe noktalarını tanımladım:

1. Makroiktisadi Dengesizlik

Kamu açıklarının kronikleşmesi, iç borçlanmanın hızla artması ve faiz giderlerinin bütçe içindeki payının yükselmesi, kronik cari açık ve artan dış borçlar mali disiplinin ortadan kalkmasına neden oldu. 1994 Krizi, bu dengesizliğin ilk açık göstergesiydi: döviz kuru patladı, faizler fırladı, büyüme negatife döndü. Devlet ilk kez bir mali çöküşle karşı karşıya kaldı ve bu durum, sosyal güvenlik sisteminden KİT’lere kadar tüm yapıları sarstı.

2. Siyasal İstikrarsızlık ve Güvenlik Sorunları

Bu dönemde Türkiye, yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda siyasal ve toplumsal bir çalkantı yaşadı. PKK ile çatışmaların tırmanması, Güneydoğu’ya yönelik güvenlik harcamalarının artması, terörün metropollere taşınması, devleti hem mali hem toplumsal açıdan yordu. Öte yandan, ardı ardına kurulan kısa ömürlü koalisyonlar, Refah Partisi’nin yükselişi ve siyasi suikastlerle sarsılan kamu güveni, ekonomide karar alma mekanizmalarının felce uğramasına yol açtı.

3. Toplumsal Erozyonun Başlangıcı

Enflasyon 1990’lı yıllarda yüzde 60 - 80 aralığında seyretti. Ancak artık ücret ve fiyat ayarlamaları enflasyona yetişemiyor, kamu çalışanları ve sabit gelirliler alım gücünü hızla kaybediyordu. Reel faizler yükseliyor, mevduat sahipleri ve rantiyeler lehine bir bölüşüm yapısı doğuyordu. Yine de bu dönemde gelir dağılımı görece bozulmadı, zira kırsal alanda geçimlik üretim devam ediyor, aile ve akrabalık bağları sosyal güvencesizlikleri yumuşatıyordu. Fakat geleceğe dair umut erozyona uğradı.

Bu yıllar aynı zamanda kentleşmenin hızlandığı, özellikle iç göçle büyük şehirlerdeki çarpık yapılaşmanın arttığı bir dönemdi. Sanayi yatırımları durma noktasına geldi; tarım desteklerinden çekilen devlet, kırsal çözülmeyi hızlandırdı. Aynı zamanda özelleştirme süreci başlatıldı, fakat bu dönüşüm şeffaf ve üretken temellere değil, devletin mali yükünden kurtulma refleksine dayandı. Dolayısıyla yeni özel kesim, yerleşik bir sanayi burjuvazisinden ziyade, müteahhitlik ve ithalatla büyüyen aktörlerden oluştu.

Bu dönemde jeopolitik koşullar da Türkiye’nin siyasi ve iktisadi kırılganlığını derinleştirdi.

Körfez Savaşı Irak’la olan ticareti çökertti, sınır ticaretini bitirdi.

Sovyetler’in dağılması, çevredeki ülkelerle yeni ilişkiler kurmayı gerektirdi ancak bu fırsat iyi değerlendirilemedi.

Avrupa Birliği ile ilişkiler, Gümrük Birliği’ne rağmen bir türlü siyasi boyuta taşınamadı.

Bütün bu gelişmelerin toplamı, Türkiye’de 1990’lar boyunca enflasyonun artık sadece bir iktisadi sonuç değil, bir siyasi ve toplumsal sistem bozukluğunun göstergesi olduğuna işaret eder. Bu sistemde fiyatlar serbest, ama fiyatlama davranışları kaotik; kamu harcamaları sınırsız, ama hizmet kalitesi düşüktü. Buna rağmen, 1990’lar hâlâ sosyal dayanışmanın ve bireysel direnç kapasitesinin yüksek olduğu yıllardı. Enflasyon vardı ama yoksulluk, henüz sistemik değildi. Halk geçinebiliyordu; çünkü sistem, bütün kırılganlığına rağmen hâlâ “içeriden” işliyordu.

Ancak bu yapının sürdürülebilirliği yoktu. 1999 Gölcük Depremi, ardından gelen 2000 yılı IMF anlaşması ve nihayet 2001 krizi, Türkiye’nin enflasyon rejiminde bir dönem kapatacak ve yeni bir sayfa açacaktı: Kurumsal yeniden yapılanma, bağımsız kurumlar, para politikası odaklı bir ekonomi modeli...

Ve belki de en önemlisi, bir kuşak için “enflasyonla yaşamak” olarak tanımlanan hayat, yerini “enflasyonla mücadele” dönemine bırakacaktı. Ama bu yeni dönem, gerçekten kalıcı bir yapısal dönüşüm mü getirecek, yoksa sadece bir ara dönem mi olacaktı? Bu sorunun cevabını ise bir sonraki yazıda arayacağız.

 

 

 

 

 

 

 

1980’ler ve 1990’lar: Türkiye’de Enflasyon Rejimlerinin Karşılaştırmalı Özeti

 

Yorumlar
Yorumlar yükleniyor...
Daha fazla yorum yükle...