İstanbul
Açık
15°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce

Enflasyonun 46 yıllık hikayesi – II : 2002- 2025 arası

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:

Geçen yazıda 1980’li ve 1990’lı yıllardaki enflasyonu incelemiştik. Bu enflasyon 1980’li yıllarda yapısal değişim ve alt yapı yatırımlarının finansmanı için bilerek yüksek tutulmuştu. Bu dönem iç talebe ve sermaye birikim rejimine dayalı bir enflasyon vardı diyebiliriz. 1990’lı yıllar ise siyasi istikrarsızlık, dış dünyada jeopolitik değişimler ve 1980’li yıllarda hızlı liberalleşmenin yol açtığı 1994 ve 2001 krizlerini de barındıran iç borç birikimi ve döviz – fiyat sarmalına dayalı bir enflasyondu. Her iki dönemde de bildiğimiz anti – enflasyonist politikalar görece başarılı olabilirdi. Bugün görmekteyiz ki yüksek ve hızla artan enflasyon bilindik politikalarla kontrolü 1980 ve 1990’lara göre çok daha zor bir forma ulaşmıştır. Bunun sebebini sadece 2018 sonrasında aramak yanlış olur. Görece başarılı görünen 2002 2017 arasındaki süreçte biriken yapısal sorunlar bugünkü enflasyon dinamiklerinin oluşmasında büyük pay sahibidir.

AK Parti iktidarlarının olduğu bu 23 senelik dönemi 2002 – 2007 arası, 2008 – 2017 arası ve 2018 – 2025 arası olarak üç döneme ayırdım.

I. 2002–2007: DÜŞÜK ENFLASYON – BORÇ YİĞİDİN KAMÇISIDIR…

2001 Krizi sonrası uygulanan Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı ve ardından gelen AK Parti iktidarı, Türkiye’de enflasyonla mücadelenin tarihinde yeni bir sayfa açtı. IMF destekli reformlar sayesinde kamu maliyesinde disiplin sağlandı, faiz dışı fazlalar verildi ve TCMB’nin bağımsızlığı ilan edildi. Enflasyon hedeflemesine geçişle birlikte fiyat istikrarı büyük ölçüde sağlandı. Ancak bu başarıda içsel reformlar kadar küresel düzeydeki yüksek likidite bolluğunun ve ucuz doların da belirleyici etkisi vardı. 2003’ten itibaren gelişmekte olan ülkelere akan sıcak para Türkiye’de de hem kamu borçlanma maliyetlerini düşürdü hem de özel kesime ucuz döviz kredisi imkânı sağladı. Aynı dönemde Türkiye, AB sürecinin ivmesiyle yabancı sermaye çekmeyi başardı.

Bu dönemin en belirleyici değişimlerinden biri, bireysel kredi sisteminin yaygınlaşmasıydı. 2003’te toplam kredi stoku içinde ilk kez “bireysel krediler” dikkate değer bir paya ulaştı; 2006 itibarıyla ise kredi hacmi içinde birinci sıraya yerleşti. Bu süreçte toplumun geniş kesimi ilk kez banka kartlarıyla, konut ve taşıt kredileriyle tanıştı. Enflasyon düşerken tüketici kredisi patladı, özel harcamalar hızla arttı. Bu, geniş halk kitlelerinde dış borca dayalı, hızlı tüketimle beslenen bir refah illüzyonu doğurdu. Aynı zamanda makine–teçhizat yatırımlarında ciddi bir yenilenme yaşandı; bu da özellikle sanayi sektöründe verimliliği geçici olarak artırdı. Fakat bu süreçte tarıma yönelik destekler azalırken, kırsaldaki işgücü şehirlere akmaya başladı. Kırsal çözülme, henüz kriz yaratmıyordu ama ilerideki yapısal dengesizliklerin ilk nüveleri bu dönemde oluştu.

Dış borç yükü bu yıllarda ciddi biçimde arttı, ancak borçlanmanın yapısı değişmişti: Kamu kesiminin dış borcu düşerken, özel kesimin dış borcu özellikle bankacılık ve finans dışı firmalar aracılığıyla hızla yükseldi. TL'nin aşırı değerlenmesi, ithalatı ucuzlattı; bu tüketici refahını arttırırken yerli üreticiyi baskı altına aldı. Düşük kur, fiyat istikrarı hissi yaratırken; artan dış açık ve yatırım–tasarruf farkı, yapısal bir kırılganlık doğurdu. 2002–2007 dönemi, kamu maliyesinin disipline edildiği, enflasyonun kontrol altına alındığı ve büyümenin güçlü göründüğü bir dönemdi. Fakat bu istikrar, büyük ölçüde dış kaynakla finanse edilen, özel kesim borçlanmasına ve tüketim patlamasına dayalı bir refah mimarisine oturmuştu. Yüzeyde bir başarı hikâyesi gibi duran bu modelin derininde ise geleceğe devredilen yapısal gerilimler birikmeye başlamıştı.

II. 2008–2017: SAHTE REFAH BOZULAN DENGELER VE SİYASİ GERİLİM DÖNEMİ – HATİCE’YE DEĞİL NETİCEYE BAK!

2008 Küresel Finans Krizi sonrası dünya ekonomisinde başlatılan parasal genişleme dalgası, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeleri ilk aşamada olumlu etkiledi. ABD, AB ve Japonya’nın uyguladığı genişleyici para politikaları, Türkiye’ye ucuz ve bol dış kaynak akışı sağladı. Ancak bu kaynaklar büyük ölçüde konut, altyapı ve kamu ihaleleri gibi iç talebi kamçılayan alanlara yönlendirildi. Aynı dönemde jeopolitik konjonktür hızla karmaşıklaştı: Doğu Avrupa’da turuncu devrimler, Arap coğrafyasında ise 2010 sonrası Arap Baharı ile başlayan dalga, Türkiye’nin dış politikasını da istikrarsızlaştırdı. İçeride ise 2008’de başlayan Ergenekon ve Balyoz davaları, 2013 Gezi Olayları, 2015'te PKK'nın “özyönetim” ilanı, ardından 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimi, olağanüstü hâl rejimi ve 2017 anayasa referandumu gibi devletin meşruiyet aygıtını zorlayan gelişmeler yaşandı. Bu süreç, sadece siyasal alanı değil, ekonomik aktörlerin de davranışlarını dönüştürdü: Belirsizlik arttıkça dış yatırımcı çekildi, doğrudan sermaye girişi durma noktasına geldi.

Bu dönem, aynı zamanda Türkiye'nin demografik ve toplumsal yapısında kalıcı değişikliklerin yaşandığı yıllardı. 2010’dan itibaren başta Suriye olmak üzere Orta Doğu’dan gelen göçmen akımı hızla arttı; 2017’ye gelindiğinde Türkiye’nin göçmen nüfusu resmî kayıtlara göre 3 milyonu, fiilî olarak ise bunun çok daha fazlasını aşmıştı. Bu göç dalgası kısa vadede düşük maliyetli işgücü gibi görünse de uzun vadede hem yerli işgücü üzerinde ücret baskısı yarattı hem de kent yoksulluğunu derinleştirdi. Öte yandan hükümet, iç talebi canlı tutmak için inşaat sektörünü öncelikli sektör hâline getirdi, büyük altyapı yatırımlarına girişti ve konut piyasasını kredi destekleriyle büyüttü. Böylece ekonomik büyüme görünürde sürdü; ancak bu büyüme verimlilik temelli değil, rant odaklıydı. Sanayi üretimi durağanlaştı, ithalata bağımlı üretim yapısı güçlendi. Tarım ise neredeyse tamamen geri plana düştü.

Bu yıllarda Merkez Bankası görünürde bağımsızlığını sürdürse de, hükümetin faiz politikasına yönelik sürekli müdahaleleri nedeniyle kurumsal itibar ciddi şekilde aşındı. “Faiz sebep, enflasyon netice” gibi retorikler, doğrudan politika metinlerine girmese bile piyasa aktörlerinin beklentilerini bozmaya başladı. Enflasyon yeniden çift haneye tırmandı; ancak kamu eliyle baskılanan fiyat mekanizması nedeniyle “resmî” enflasyon ile “algılanan” enflasyon arasındaki fark giderek açıldı. Bu süreçte bütçe disiplininden de sapıldı. 2012’ye kadar güçlü olan kamu maliyesi dengeleri, azalan dış kaynak girişini telafi etmek için artan kamu harcamaları yoluyla aşındı. Bütçe açıkları genişledi, borçlanma iç piyasaya kaydı. 2002–2007 dönemindeki refah, dış kaynakla finanse edilmişti; 2008–2017 döneminde ise bu refah kamu gücüyle korunmaya çalışıldı. Ancak bu modelin sürdürülemezliği artık görünür hale gelmişti. 2017 sonrası kur şokları ve sermaye kaçışıyla birlikte yeni bir döneme girilecekti: Beklenti krizi ve yapışkan enflasyon çağı.

III. 2018–2025: KURUMSAL EROZYON, BEKLENTİ KRİZİ VE YAPIŞKAN ENFLASYON – BORÇ YİYEN KESESİNDEN YER!

2018 yılında Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçilmesiyle birlikte, Türkiye’de ekonomi politikası kurumsal denge denetim mekanizmalarından hızla uzaklaştı. Merkez Bankası başkanlarının görev süreleri dolmadan değiştirilmeleri, para politikası üzerindeki siyasi müdahalenin artık örtük değil, açık biçimde kurumsallaştığını gösterdi. Bu dönemde “faiz sebep, enflasyon netice” söylemi kamuoyunda ve ekonomi yönetiminde belirleyici hale geldi. Aynı zamanda kurumsal güvenceler zayıfladıkça, enflasyon beklentileri bozuldu. 2021 yılında politika faizinin arka arkaya düşürülmesiyle birlikte döviz kuru fırladı, ardından “Kur Korumalı Mevduat (KKM)” uygulamasıyla dövize olan talep yapay olarak bastırıldı. Ancak bu araçlar, fiyatlama davranışlarını düzeltmediği gibi daha irrasyonel hale getirdi: Üretici ve tüketici enflasyonu arasındaki farklar açıldı, maliyet aktarımı gecikmeli ama şiddetli şekilde hissedildi.

Bu dönemde enflasyonun arkasındaki temel dinamik artık maliyet ya da talep enflasyonu değil, beklenti enflasyonudur. Kur, faiz, vergi ve kamu zamları gibi temel belirleyicilerde öngörülebilirliğin ortadan kalkması, özel sektörün fiyatlama davranışını bozdu. Ayrıca pandemi sonrası dönemde artan enerji, gıda ve emtia fiyatları, Türkiye gibi net ithalatçı bir ülkede fiyat geçişkenliğini daha da artırdı. Tüm bu gelişmelere paralel olarak, göçmen işgücünün kalıcı hale gelmesi ve iç göçle birleşen ucuz emeğin yaygınlaşması, kayıt dışı istihdamı sistemik bir karaktere dönüştürdü. Bu da gelir dağılımındaki bozulmayı hızlandırdı. Tarım üretimi zayıfladı, gıda enflasyonu toplumsal memnuniyetsizliğin ana kaynağı haline geldi. Kamu, bütçe açıklarını kapatmak için KDV, ÖTV ve kamu hizmet tarifelerini artırdıkça resmî enflasyon ile hissedilen hayat pahalılığı arasındaki fark büyüdü. Tüketici güveni zayıfladı, orta sınıf hızlı bir şekilde erimeye başladı.

Toplumda artık enflasyon, sadece fiyat artışı değil, güvensizlik ve umutsuzluk hissiyle özdeşleşmiş bir ruh hâline dönüştü. 2023 seçimleri sonrası göreve gelen yeni ekonomi yönetimi, rasyonel çerçeveye dönüş mesajı verdi; faizler artırıldı, TCMB yeniden teknik bir görünüm kazandı. Ancak geçmişteki kurumsal aşınma ve güvensizlik, bu çabaların etkisini sınırlı tuttu. Artan dış borç yükü, yüksek reel faizle finanse edilen bütçe açıkları, enflasyonu kalıcı biçimde kontrol altına almayı zorlaştırdı. Bu dönemin en çarpıcı özelliği, enflasyonun kendisinin bir düzene, bir normalliğe dönüşmüş olmasıdır. Fiyatlar sabit kalmasa da beklentiler sabitlendi: “Her şeyin fiyatı artacak” kanaati, kendi kendini gerçekleştiren bir psikolojik döngüye dönüştü. Türkiye, 1980’li ve 1990’lı yıllarda yaşanan yüksek ama telafi edilebilir enflasyonun aksine, bu kez dağınık, yapışkan ve sistemle bütünleşmiş bir enflasyon rejimi içinde yaşamaya başladı.

Neticede bugün sanayi ve tarımın geri planda bırakıldığı, özelleştirmelerle birlikte KİT’ler vasıtasıyla devletin ekonomiye müdahale ve kontrol gücünün azaldığı, kendi nüfusunun yüzde 15’i kadar bir sığınmacıya (85 milyon içinde 13 milyon) ev sahipliği yapan, iç ve dış siyasi konjonktürün istikrarsız ve risk algısının yüksek olduğu bir ekonomik ortamda enflasyon kendi kendini doğuran bir yapıya evrilmiştir. Bu yapıyı ortadan kaldırmak için içerde siyasi normalleşme ve halkın güveninin yeniden tesisi, kuvvetler ayrılığının yeniden inşası, hesapsız ve verimsiz harcamalar yerine üretken kesimlerin desteklenmesi ve sığınmacı probleminin çözülmesi ile birlikte bir istikrar programı başarılı olabilir.

Yorumlar
Yorumlar yükleniyor...
Daha fazla yorum yükle...