Haşim: Geleneğin değişerek yeniden doğuşu
GİRİŞ
Bundan önce bu köşede “Ahmet Hâşim’in Sihirli Halısı” adlı bir yazı yazmıştım. O yazıda öncelikle Ahmet Hâşim’in hayat öyküsüne ve Fecr-i Âti dönemi içindeki yerine değinmiş; ardından “sembolizm”i tanımlayarak Hâşim’deki sembolizmin izlerini örneklerle açıklamıştım. Göl Saatleri isimli kitabındaki “Mukaddime” şiirinden alıntıyla onun “hayal havuzundaki yansıma” anlayışını aktarmış, Divan geleneğiyle kurduğu köprüyü ve imge zenginliğini vurgulamıştım. Yine o yazıda “Merdiven Şiirini” de paylaşmıştım. ()
Son zamanlarda ülkenin ahvâl-i umumiyesi hiç de iç açıcı değil. Aklımızdan bile geçmeyecek olaylar birbiri ardına sökün ediyor. Toplumda gelir ve servet eşitsizliği en yüksek düzeye çıkmış vaziyette. Sokakta kime baksam yüzünden düşen bin parça… Umutsuzluk, keder ve öfke herkesi kaplamış gibi… Bu durumda biraz sizi farklı limanlara götüreyim istedim. Bu yüzden, bugünkü ve bir sonraki yazılarımda yine Hâşim’e dönmek istiyorum. O yazıda sadece kısaca geçtiğim “Merdiven Şiirini” bu iki yazıda inceleyeceğim.
MERDİVEN
Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden,
Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak,
Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak...
Sular sarardı... yüzün perde perde solmakta,
Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta...
Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller;
Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller,
Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer?
Bu bir lisân-ı hafîdir ki ruha dolmakta,
Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta...
Yukarıda Ahmet Haşim’in en güzel şiirlerinden biri olan Merdiven’i sizlerle paylaştım. Ama önce Hâşim’in sanat anlayışını en güzel şekilde anlatmak için sembolizm ve empresyonizm adlı sanat akımlarını kısaca tanımlayacağım. Önce sembolizm…
SEMBOLİZM: GÖRÜNEN İÇİNDE GÖRÜNMEYENİ ANLATMAK…
Sembolizm, 19. yüzyılın sonlarına doğru Fransa’da Charles Baudelaire, Stéphane Mallarmé ve Paul Verlaine gibi şairlerin öncülüğünde doğan bir edebî akımdır. Bu akımın temel amacı, kelimeleri salt anlatım aracı olmaktan çıkarıp imgeler aracılığıyla “gizli anlamlara” eriştirmektir. Sembolist şiirde gül yalnızca bir çiçek değil, aşkın, tutkunun veya hüznün simgesi; mehtap salt gece ışığı değil, özlemli bir bekleyişin metaforudur. Şair, doğrudan açıklamadan kaçınarak okurun zihninde çağrışımlar yaratmayı, bu çağrışımların karşılıklı bir okur–metin deneyimine dönüşmesini hedefler.
Ses ve ritim, sembolist şiirin müzikal doğasını oluşturur. Kafiye ve vezin geleneksel kalıplar içinde tutulabileceği gibi bilinçli olarak kırılarak serbestleşir; böylece şiir, piyanoda yayılan akorlar gibi titreşimler üretir. Örneğin Baudelaire’in “Solgun Madam” şiirinde, kadının solgun teni ve düşsel bakışı, tek başına bir karakter tanımından çıkarak içsel dünyamızdaki karanlık duygulara kapı aralar. Okuyucu, betimlenen her ayrıntıda kendi ruh hâlini keşfeder.
Sembolizm, “gülü” sadece çiçek değil, aşkın ya da hüznün işareti haline getirir; “suyu” salt bir sıvı olmaktan çıkarıp bakiyede kaldığı her damlada metafizik bir arınma veya kederi fısıldayan bir öğeye dönüştürür. Böylece kelimeler, görünmeyeni sezdiren birer kapıya dönüşür.
Kısaca özetlemek gerekirse sembolizm görünenin ardındaki görünmeyeni, mana içindeki manayı anlatmaya çalışır.
EMPRESYONİZM: BİR ÂNIN HİSSETTİRDİKLERİ…
Empresyonizm, 19. yüzyılın son çeyreğinde Paris’in fırça darbelerinde doğan bir akım olarak resimde başlayıp kısa sürede şiire de taşındı. Ressam Claude Monet’nin “Impression, Sunrise” (1872) adlı tablosunda gün doğumunun su yüzeyindeki titreşimlerini tuvale aktarması, akımın adını koyarken esin kaynağı oldu. Şiirde empresyonizm, bu “anlık izlenimleri” kelimelerle yeniden üretme çabasıdır; doğrudan nesnel betimlemeyi bir yana bırakır, yerine ışık ve renk oyunlarının yarattığı geçici, çarpıcı duyu hâllerini koyar.
Empresyonist şair, kafiye ve ölçü kalıplarını esnetir ya da tamamen serbest bırakır. Geleneksel vezin zincirinden kurtulan dizeler, tıpkı bıraktığınız su damlasının zeminde yaydığı halkalar gibi, enjambmanlarla sayfada özgürce yayılır. Burada önemli olan, okurun zihninde bir manzaranın tam da o anki atmosferini hissettirecek imgeler yaratmaktır. Örneğin “turuncuya çalan ufuk çizgisi” ya da “sisli ışığın altın zerrecikleri” gibi tanımlamalar, okuyucuya resmin içindeymiş hissi verir.
Empresyonist şair, güneşin son kıvılcımını “sözcük fırçasıyla” resmeder. Bir deniz kıyısında duyulan tuzlu rüzgârın, bir kent sokağındaki lamba ışığının ya da akşam melteminin serin dokunuşunun izleniminden yola çıkarak; kısa, serbest, akıcı dizelerle anımsanan bir anın atmosferini verir.
Kısaca kısım başlığındaki özetleyecek olursak empresyonist şair “hayattan bir ânın” fotoğrafını çeker, o ânın içinde hissettiği atmosferi okuyucuya hissettirmeye çalışır ve hepsinden önemlisi her okur şiiri tekrar okuduğunda şiir farklı anlamlar kazanır, adeta yeniden yazılır.
HÂŞİM ŞİİRİ: DİVAN ŞİİRİ GELENEĞİNİN SEMBOLİZM VE EMPRESYONİZMLE YENİDEN DİRİLİŞİ
Ahmet Haşim, Servet-i Fünûn edebiyatının son aşamasında ortaya çıkan Saf Şiir hareketinin hem teorisyeni hem de en parlak temsilcilerindendir. Bu dönemde, şiirin dil ve biçim yönünden arındırılması; geleneksel motiflerin yeni bir estetikle yorumlanması amaçlanıyordu. Haşim de Divan şiirinden miras kalan aruz vezni ve kafiyeyi terk etmedi; aksine, bu kalıpları koruyarak içeriğe yeni anlam katmanları yükledi.
Divan şiirinin en zengin mazmunlarından olan gül–bülbül, mehtap ve su imgelerini Haşim’in elinde yeniden tanırız. Şiirdeki “Muttasıl kanar güller” ifadesi, gülün aşk ve ıstırabının kanla özdeşleştirilmiş hâlini sunarken; bülbül, sadece aşkın sesi değil, şiddetli bir tutkuyu simgeler. Mehtap ve su tasvirleri de Divan şiirinin klasik arınma ve özlem tarzını korur ama içsel bir çözülmeyi çağrıştırır.
Sembolizmle kurduğu ilişki, Haşim’in “lisân-ı hafî / gizli dil” vurgusunda somutlaşır: Şiirin yüzeyindeki renk, ses ve nesneler, “gizli dilde” buluşur. Şiirdeki “Bu bir lisân-ı hafîdir ki ruha dolmakta” mısrası, okurun gözlemlediği her ayrıntıyı ruhsal bir titreşime dönüştürür. Böylece soyut kavramlar—özlem, melankoli, zamanın akışı—imgeler aracılığıyla doğrudan hissedilir.
Empresyonist etki ise Haşim’in ışık ve renge düşkünlüğünde kendini gösterir. Şiirdeki “Güneş rengi bir yığın yaprak” ve “kızıl havâları seyret” gibi betimlemeler, okurun zihninde anlık bir tablo oluşturur. Geleneksel vezin zincirini koruyarak enjambmanlı serbest akışı benimsediği için dizeler, pürüzsüz bir renk ve duygu geçişi sunar. (Burada “Enjambman nedir?” diye soracak olursanız bir cümlenin kırılarak ikiye veya üçe bölünerek farklı mısralar oluşturulmasıdır. Enjambman, hem imgelerin ve düşüncelerin “kesintisiz” bir şekilde akmasını hem de okumada dinamik bir gerilim, bekleme hissi doğurmasını mümkün kılar.)
Örnek olarak “Sular sarardı… yüzün perde perde solmakta” dizesi, hem Divan şiirinin zarif ölçüsünü hem de empresyonist bir ışık oyununu aynı anda deneyimler. Bu sentez, Ahmet Haşim’in hem geleneğe saygılı hem de modernizme açık olarak Türk şiirine özgün damgasını vurmuştur.
AHMET HAŞİM VE YAHYA KEMAL’DE BERGSON ETKİSİ
Ahmet Haşim ve Yahya Kemal 20'inci yüzyılın başında çok tanınan bir filozof olan Henry Bergson'dan çok etkilenmişlerdir. Cumhuriyetle birlikte eski rejime dair ne kadar norm ve değer varsa bir kenara atılıp yeni bir değerler ve normlar kümesi oluşturulmaya başlanmasını doğru bulmuyorlardı. Henry Bergson zaman kavramını incelerken "durée" diye bir kavramdan bahseder. Bu eski Türkçede imtidad kavramıyla karşılanmaya çalışılmış; yani “değişim içinde süreklilik, süreklilik içinde değişim.” O yüzden toplumsal kimlik kırılması olarak gördükleri devrim yerine, organik değişim olarak tanımladıkları evrimi tercih ederler. Bunu şiirlerine geleneği değiştirerek yeniden canlandırmak amacıyla uygularlar. İsterseniz bu “durée” ve “imtidad” kavramlarını tanımlayalım:
Durée Kavramı: Bergson’a göre zaman, dışarıdan ölçülen, sayısal bir “nicelik” değil; bilinçte yaşanan, nitelik değiştiren, kesintisiz bir “nitelik akışı”dır.
Imtidad Kavramı: Türkçede “uzanma”, “yayılma” anlamına gelen imtidad, hem güzel bir eski dil karşılığı hem de bu “yaşanan zaman” anlayışına hizmet edecek bir kavram.
Bergson’un bu zamanı, “ânın içindeki akış” olarak kavramsallaştırması, şiirde de ayrıntıların ve imgelerin zamansal derinliğine, ânda saklı geçmiş ve geleceğe dikkat çeker. Cumhuriyet’in toplumsal kimliği yeniden inşa projesi, aslında, toplumsal değerleri kökten değiştirme ve “modernleşme” hamlesi olarak görülebilir. Haşim ve Yahya Kemal’in tepkisi buna şöyle oldu: İkisi de, edebî geleneğin —özellikle Divan şiirinin— bir anda “tasfiye” edilmesini, şiir dilinin ve ölçüsünün tümden terk edilmesini ya da Latin alfabesine geçişi idealize eden yaklaşımları temkinle karşıladılar. Bu anlamda, onlara göre, Bergsoncu “durée” ve bizdeki karşılığı “imtidad” perspektifiyle, bir gelenek aniden mekanikçe kesilmek yerine, içinden beslenerek ve yenilenerek sürdürülmeli; böylece “kültürel süreklilik” korunurken şiir de çağın duygusuna yanıt verebilirdi.
Bu yüzden Ahmet Haşim ve Yahya Kemal aruzu bırakmadı ama vezin ve kafiyede esneklikler getirdi—adeta Divan şiirinin “kemik yapısını” koruyup, etini yeniledi. Keza mazmunların da onların şiirlerinde evrim geçirdiği söylenebilir: Gül, bülbül, mehtap, su gibi klasik imgeleri birer nostalji ögesi olmaktan çıkarıp, Bergsoncu zamansallıkla yoğrulmuş yeni anlam katmanları yüklediler. Örneğin Haşim’in “kanar gülleri”, sadece aşkın değil, aynı zamanda “zamanın acısını” da simgeler. Benzer şekilde zaman ve bilinç akışı da Ahmet Haşim’de ve Yahya Kemal’de, “gönülden gönüle” uzanan hissiyat, ânın içine geçmiş ve geleceğin sızması, Bergsoncu zaman algısıyla paralellik gösterir.
Bir sonraki yazımda “Merdiven Şiirini” elimden geldiğince tahlil edeceğim.