Yeni bir milli kimlik ne anlama geliyor? - I
Son günlerde Türk Milleti’nin yeni bir milli kimliğe ihtiyaç duyduğu yüksek mevkilerden seslendirildi. Bunu seslendirenler kendilerine milliyetçi ve muhafazakâr diyenler başta olmak üzere “yetmez ama evetçi” liberal solcular ve mikro-milliyetçi azınlık sözcüleridir. Bir milletin kimliği öyle “Ha!” deyince değişmez; bu milli kimliği devlet gücüyle bile kolay değiştiremezsiniz. Milli kimliği değiştirme yönünde en cüretkâr hamleler erken Cumhuriyet dönemindeki uygulamalardır. Buna rağmen, on yıllar içinde Cumhuriyet Devrimleri milli hassasiyetler ve halkın talepleri doğrultusunda dönüşmüş, dönüşmeyenler de kadük kalmıştır.
Bugünkü ve bir sonraki yazımda milli kimliğin ne olduğunu sosyologların bakış açısıyla ele aldıktan sonra, milli kimliğin değişim sürecini Bergson’cu bir yöntemle inceleyeceğiz. Akabinde, bugün konuşulan yeni milli kimlik, yeni toplum ve “Yeni Türkiye” kavramlarının ne derece mümkün olduğunu tahlil etmeye çalışacağız.
1.GİRİŞ
Toplumların kimliği, yalnızca tarih kitaplarında yazılı olayların değil; kuşaktan kuşağa aktarılan hafızaların, kültürel sembollerin, dilin, duyguların ve ritüellerin iç içe geçtiği bir zaman örgüsünde oluşur. Bu kimlik, bireylerin yalnızca yurttaşlık bilinciyle değil, aynı zamanda yaşadıkları toprakla, o toprağın sesiyle, kokusuyla, ışığıyla, kelimeleriyle kurduğu bağın sonucudur. Fakat bu bağ, hiçbir zaman sabit değildir; zamanla evrilir, dönüşür, yenilenir. Ne var ki bu dönüşümün yönü ve ritmi, toplumun kendi ruhundan ve tarihsel birikiminden koptuğunda, kimlik sadece değişmez, aynı zamanda çatlar.
Henri Bergson’un “süre” (la durée) kavramı, bu noktada oldukça yol göstericidir. Ona göre zaman, saatle ölçülen bir düz çizgi değil, bilincin ve varoluşun içinden akan, niteliksel bir süreçtir. İnsan, geçmişi sadece hatırlamakla kalmaz; onu şimdiyle birlikte yaşar. Toplumlar da böyledir. Bir milletin kimliği, onun tarih içindeki sürekliliğiyle — yani kendi iç ritmiyle dönüşmesiyle anlam kazanır. Bu bağlamda, Ahmet Haşim ve Yahya Kemal gibi şairler, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarındaki hızlı değişim hamlelerine yalnızca bir ideolojik tepki değil, bir estetik ve kültürel ritim kırılması olarak bakmışlardır. Onlara göre asıl mesele değişim değil, değişimin ritmiydi; köklerinden kopartılan bir toplumun geleceği de köksüz olurdu.
Bugünse, yüz yıl sonra, benzer bir kırılmanın ters istikamette yaşandığına tanıklık ediyoruz. Bir asır önce modernleşme adına hafıza silinmeye çalışılmıştı; şimdi gelenek adına bir başka hafıza yeniden biçimlendirilmek isteniyor. Oysa bir toplumun kimliği, saat gibi ayarlanamaz; zira kimlik, zamanla kurulan derin bir duygusal ve tarihsel ilişkidir. Bu yazıda, geçmişin bu tecrübelerinden ve düşünsel mirasından yola çıkarak, kimlik ve değişim arasındaki dengeyi; muhafazakârlık, devrim ve süreklilik kavramları eşliğinde yeniden düşünmeye çalışacağız.
2. ZAMAN KİMLİK VE RUH: BERGSONCU PERSPEKTİF
Henri Bergson’un zaman anlayışı, sadece fizik ya da epistemoloji alanında değil, aynı zamanda kimlik, değişim ve toplumsal hafıza tartışmaları açısından da derin etkiler doğurmuştur. Bergson, zamanı Newtoncu ve Kartezyen çizginin tanımladığı gibi mekanik ve ölçülebilir bir nicelik olarak değil, bilincin içinde yaşanan süreklilik ve yoğunluk taşıyan niteliksel bir akış olarak tanımlar. Ona göre gerçek zaman, takvimlerin ya da saatlerin gösterdiği dışsal zaman değil; kişinin zihninde ve ruhsal deneyiminde şekillenen, geçmişi, şimdiyi ve geleceği bir arada taşıyan içkin bir akıştır — la durée.
Bu yaklaşım, toplumsal kimliğin oluşumu açısından da güçlü bir çerçeve sunar. Zira kimlik, tıpkı zaman gibi birbirine eklemlenmiş ve bölünemez anların birikimidir. Bir toplumun kimliği, yalnızca geçmişteki olaylar zincirine değil, bu olayların nasıl hatırlandığına, nasıl içselleştirildiğine ve ne şekilde güncele taşındığına dayanır. Kimlik, tıpkı Bergsoncu zaman gibi, lineer değil, katmanlıdır; geçmişi sadece hatırlamakla kalmaz, onu bugüne taşır, yeniden yorumlar, geleceğe projekte eder.
Bu noktada Bergson’un sezgiye verdiği önem de belirleyicidir. Ona göre zamanı anlamak, ancak sezgiyle mümkündür; rasyonel analiz, zamanı ancak parçalara ayırarak kavrar, oysa zamanın özü sürekliliktedir. Aynı şekilde, bir toplumun kimliğini de sadece tarihsel olayların dizilimiyle değil; kültürel sezgi, ortak hafıza ve kolektif duygularla anlayabiliriz. Toplumların evrimi, bilimsel planlamalarla değil; halkın yaşadığı tarihsel zamanın içsel ritmini gözeterek yürür. Bu ritim göz ardı edildiğinde, geçmişi hatırlamak değil, geçmişin inşa ettiği benliği kaybetmek gündeme gelir.
Bergson’un zaman anlayışı, bu açıdan değerlendirildiğinde, hem Cumhuriyet’in ilk yıllarında yaşanan ani kopuşların eleştirisini temellendirecek bir zemin sunar, hem de bugünkü siyasal iktidarın “geriye dönük müdahale” anlayışının neden başka tür bir kimlik kırılması riski taşıdığını anlamamıza yardımcı olur. Çünkü hangi yönde olursa olsun —ileri ya da geri— ritmin dışında bir müdahale, bireysel hafızada olduğu gibi, toplumsal hafızada da yarılma ve yabancılaşma üretir.
3. YAHYA KEMAL VE AHMET HAŞİM’DE MODERNLEŞME ELEŞTİRİSİ
Cumhuriyet’in erken dönem modernleşme hamleleri, büyük oranda toplumu radikal biçimde dönüştürmeye yönelik devrimsel bir hız ve tepeden inmeci bir anlayış taşıyordu. Bu yaklaşım, toplumu şekillendiren kültürel süreklilikleri bir kenara bırakarak, “eski” olan her şeyi tasfiye etmeyi ve yerine yepyeni bir düzen inşa etmeyi hedefliyordu. Bunu yaparken Atatürk ve arkadaşlarının bir dereceye kadar haklı olduklarını söyleyebiliriz: Ortada kaybedilmesi muhtemel bir vatan ve bağımsızlık sorunu vardı! Türk milleti düşmanlarının silahlarıyla (yani sanayileşme ve bilimsel ilerleme) teçhiz olmalı ve bir daha bağımsızlığını kaybetme durumuna gelmemeliydi. Savaş meydanlarının Gazi kumandanlarından başka bir bakış açısı da beklenemezdi. Ancak her değişim bir fırtına gibi toplumu kavradığında, geriye kalan sadece yenilenme değil, çoğu zaman köklerinden kopmuş bir ruh hâlidir. Yahya Kemal ve Ahmet Haşim, işte bu kopuşun duygusal, estetik ve kültürel sonuçlarını en erken fark eden ve sanatlarına yansıtan düşünce insanları arasında yer alır.
Yahya Kemal, toplumsal değişimin organik bir süreklilik içinde, halkın tarihsel hafızası ve estetik duyuşuyla uyumlu biçimde gerçekleşmesini savunur. Onun “kökü mazide olan âti” formülü, aslında tam anlamıyla bir Bergsoncu “durée” fikrinin kültürel bir yorumudur. Ona göre Osmanlı, yalnızca bir siyasal yapı değil, aynı zamanda bir medeniyet hissi, bir ritim, bir duyuş biçimidir. Cumhuriyet’in modernleşmeci projesi, bu hissiyatı dışlayarak, halkın estetik ve tarihsel belleğiyle çelişen bir “yeni insan” ideali yaratmaya kalkıştığında, kimlik parçalanması da kaçınılmaz olmuştur. Yahya Kemal’in şiirleri, bu kaybın ağıtları değil, hafızayı yeniden diriltme girişimleridir.
Ahmet Haşim ise değişimi bireyin ruhundaki izlenimlerle, doğadaki renk değişimleriyle ölçer. Onun şiirlerinde modernleşme ya da gelenek, doğrudan siyasi bir tema olarak yer almaz; ancak şehrin değişen çehresi, göl saatleri, akşam kızıllığı, melankolik bir aidiyet krizinin estetik yansımaları olarak okunabilir. Haşim için modernleşme, yalnızca bir fikir değil; bir ışık değişimidir, bir iklim bozulmasıdır. Onun empresyonist şiirleri, Cumhuriyet’in estetikten uzak, mekanik modernleşme hamlelerine karşı doğanın ve bireysel hissin sesidir. Şiirsel dili, Batı’dan gelen teknikle Doğu’ya ait duyuşu birleştirir, ama ne Doğu'yu inkâr eder ne de Batı’yı mutlaklaştırır.
Her iki şairin de ortak noktası, değişime karşı olmamalarıdır. Asıl karşı çıktıkları, değişimin toplumun iç ritmini, duygusal evrenini ve tarihsel derinliğini hiçe sayarak, bir mühendislik projesi gibi uygulanmasıdır. Bu yönüyle Ahmet Haşim ve Yahya Kemal, ne muhafazakâr restorasyoncular, ne de modernist radikaller arasına yerleştirilebilir. Onlar, değişimi ruhun içinde yaşanan bir iç akış olarak gören estetik muhafızlardır — hafızanın, şiirin ve ruhun temsilcileridir.
4. SONUÇ YERİNE:
Osmanlı’nın son dönemindeki yüzeysel değişimler bir şekilde “İmparatorluğu kurtarmak” amacıyla yapılmış ve sadece İmparatorluğun ömrünü bir yüzyıl uzatılmış yeniliklerdir. Sonra gelen çöküşün ardından Osmanlı’nın yetiştirdiği en entelektüel kuşak Cumhuriyet’i kurdu. Cumhuriyetimizin hikâyesi bir ölçüde zorunlulukların hikâyesidir. Bugün ne iktisadi ne sosyolojik olarak, ne de askeri ve teknolojik güç açısından Osmanlı’nın yıkıldığı dönemdeki gibi değiliz. Cumhuriyet devrimleri bile zaman içinde toplumsal hayatın sürekliliğine uyum göstererek dönüşmüşken ve bugün, o günkü zorunluluklar içinde değilken, bu yeni kimlik tanımı sevdası nereden çıktı? Bunu milliyetçilik ve muhafazakârlık olarak nasıl takdim edebilirsiniz? Cumhuriyet Devrimleri daha ileri bir toplumu hedeflerken bugün seslendirilen “yeni milli kimlik” parçalanmış ve birbirine yabancılaşmış bir toplum vaadi değil midir? Bu ve benzeri soruları bir sonraki yazımda ele almaya çalışacağım.