İstanbul
Açık
15°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce

Yeni bir milli kimlik ne anlama geliyor? - II

YAYINLAMA:

Öncelikle bütün okuyucularımın Kurban Bayramı’nı kutlarım. Kurban yakınlık anlamına gelir. Yüce Allah’tan dilerim ki, bu Bayram sadece et yeme bayramı olarak kalmasın, hepimizin Allah’a yakınlığının arttığı bir Bayram olsun.

1.GİRİŞ

Bugün Pazartesi günkü yazımın devamını sizlerle paylaşıyorum. O yazıda ünlü Fransız filozof Henri Bergson’un zaman kavramı ve onun Ahmet Haşim, Yahya Kemal ve erken dönem Cumhuriyet muhafazakârları üzerindeki etkisinden bahsetmiştik. O dönem muhafazakârları Cumhuriyet Devrimleri’nin tepeden inme tarzı sebebiyle milli kimliğin kırılmasına yol açacağı endişesini dile getiriyorlardı. Bu bir vakaydı ancak Cumhuriyetin kuruluş süreci ve Milli Mücadele’de edinilen deneyimlerle bakacak olursak, bu aynı zamanda bir zorunluluktu. Hızla sanayileşmek ve şehirlileşmek zorundaydık.

Bu zorunluluk ister istemez toplumda farklı yaşam tarzlarına sahip grupların ortaya çıkmasına yol açtı. Buna Şerif Mardin Hoca “mahalle” adını vermişti. Mevcut iktidar farklı “mahalleler” arasındaki gerginlikten beslenerek ve şehirlerde iç göç yoluyla öbeklenmiş taşralı grupların temsilciliğini üstlenerek iktidara yürüdü ve hala daha da iktidardadır. Acaba bugün kendini “milliyetçi ve muhafazakâr” ilan eden Cumhur İttifakı’nın politikaları ne kadar muhafazakârlığı temsil etmektedir? Bir muhafazakâr devlet eliyle vatandaşa “yeni bir milli kimlik” biçer mi, biçilmesine rıza gösterir mi? Bu yazıda ilk önce muhafazakârlığı tanımlayacağız, daha sonra sosyologların milli kimlik ve kimliğin değişimi hakkındaki görüşlerini ele alacağız. En sonunda da bugünkü iktidarın ne kadar muhafazakâr olduğu sorusunu sizin takdirlerinize bırakacağız.  

2. MUHAFAZAKÂRLIK NEDİR, NE DEĞİLDİR?

Muhafazakârlık, çoğu zaman yüzeysel biçimde “geçmişi savunmak” ya da “yeniliğe karşı çıkmak” gibi algılansa da, aslında çok daha derin bir tarih ve akıl yürütme biçimidir. Kökleri 18. yüzyıl sonlarına, özellikle Edmund Burke’ün 1790 tarihli Fransız Devrimi Üzerine Düşünceler adlı eserine kadar uzanır. Burke, devrimlerin toplumları köklerinden kopardığını, bu kopuşların da özgürlük değil, kaos ve otoriterleşme getirdiğini savunur. Ona göre toplumsal düzen, ataların birikimiyle, geleneklerin taşıdığı bilgelikle ve zamanla sınanmış kutsanması değil; geçmişin sunduğu kolektif hafızaya güvenme tavrıdır.

Burke’ün temel savı şudur: Değişim kaçınılmazdır, ancak bu değişim organik olmalı, toplumun kendi ritmiyle, deneyimleriyle ve tarihsel sürekliliğiyle uyumlu ilerlemelidir. Yani muhafazakâr, değişime karşı olan değil; yıkıcı ve kopartıcı değişime karşı çıkan kişidir. Bu bağlamda, Burke'ün düşüncesiyle Yahya Kemal’in “kökü mazide olan âti” fikri arasında doğal bir akrabalık kurulabilir. Her iki düşünür de, bir toplumu geleceğe taşımak için onun geçmişinden utanmamak gerektiğini, değişimin ancak geçmişin içinden çıkarak anlamlı hâle geleceğini savunurlar.

Yirminci yüzyılda Michael Oakeshott, muhafazakârlığı bir ideoloji değil, bir tavır ve dikkat biçimi olarak tanımlar. Oakeshott’a göre muhafazakâr kişi, mevcut olanın kıymetini bilen, bilinmeyene atılmadan önce mevcut yapının iç tutarlılığını gözeten kişidir. Bu bakımdan muhafazakârlık, riskten değil; unutkanlıktan korkar. Çünkü unutmak, birikimin kaybıdır ve bu kayıp, toplumun kökünü kurutur. Dolayısıyla, bugün Türkiye’de sıkça gördüğümüz ve kendisini muhafazakâr olarak tanımlayan pek çok siyasi duruşun, aslında radikal bir kimlik mühendisliğine soyunduğu söylenebilir. Zira “geriye dönük bir devrim” yaparak toplumu yüz yıl öncesine taşımaya çalışmak, geleneksel muhafazakârlığın değil; devrimci müdahaleciliğin yöntemidir. Gerçek muhafazakâr geçmişi silerek değil, geçmişi yorumlayarak ve taşıyarak yaşatır. Tarihi tekrar etmek değil, tarihî süreklilik içinde kendiliğinden dönüşen bir kimlik inşa etmeye çalışır. Bu bağlamda bugünkü siyasi eğilimler, Burke’ün ya da Oakeshott’un çizdiği muhafazakârlık tanımının oldukça dışındadır; belki de tam karşısındadır.

3. MİLLİ KİMLİK NASIL OLUŞUR VE NASIL DEĞİŞİR?

Milli kimlik, sadece bir “biz kimiz?” sorusuna verilen cevap değil, aynı zamanda “nasıl hatırlıyoruz?”, “neleri kutsuyoruz?” ve “neye ait hissediyoruz?” sorularının da cevabıdır. Bu kimlik, herhangi bir anda verilmiş nihai bir karar ya da devlet eliyle tanımlanmış sabit bir kategori değildir. Aksine, zaman içinde birikerek oluşan, toplumsal hafıza, ortak acılar, sevinçler, ritüeller, semboller ve anlatılar yoluyla inşa edilen dinamik bir aidiyet biçimidir. Bu nedenle milli kimlik, tarihsel süreçte hem süreklilik gösteren hem de dönüşen bir yapıdır; tıpkı Bergson’un zaman kavramında olduğu gibi, katı değil akışkandır, ama kendine özgü bir ritmi ve yönü vardır.
Sosyolojik kuramlar bu süreci farklı şekillerde tanımlar. Émile Durkheim, kimliği kolektif bilinç üzerinden okur. Ona göre bir toplumun varlığını sürdürebilmesi, ortak değerlere, sembollere ve kutsallara sahip olmasıyla mümkündür. Bu ortak bilinç, geleneksel toplumda “mekanik dayanışma” yoluyla sağlanırken, modern toplumda “organik dayanışma” ve işbölümüne dayalı bir yapı gerekir. Eğer bu geçiş çok hızlı ve köksüz olursa, toplumda anomi (normsuzluk ve belirsizlik) ortaya çıkar. Cumhuriyet’in ani kopuşlarla yaptığı kimlik tanımı bu anomiye yol açabileceği gibi, bugün yaşanan geriye dönük radikal değişimler de benzer bir sosyolojik çözülmeyi tetikleyebilir.

Talcott Parsons ise kimliği, bir toplumun işlevsel sistemleriyle bütünleşmiş değerlerin bireyler tarafından içselleştirilmesi süreci olarak görür. Ona göre toplumsal yapıların sağlıklı işlemesi için değişim, sistemin kendi iç mantığına uygun olarak evrilmelidir. Dışsal müdahaleler ya da “devrimsel hızda” kimlik tanımları, sistemin uyum kapasitesini zorlar. Parsons açısından milli kimlik, devletin tanımladığı bir ideoloji değil; toplumun gündelik yaşamında yeniden ve yeniden üretilen bir değer sistemidir. Bu yüzden kimlik değişimi, ancak toplumun kendi iç dinamikleriyle mümkün olur.

Max Weber, milli kimliği otorite ve anlam sistemleri üzerinden analiz eder. Ona göre kimlik, yalnızca etnik ya da kültürel bir aidiyet değil; aynı zamanda meşruiyetin hangi kaynaklara dayandığıyla da ilgilidir. Geleneksel otorite, rasyonel-legal otorite ya da karizmatik otorite gibi farklı meşruiyet biçimleri, toplumsal kimlik inşasında yön belirleyici olabilir. Türkiye’nin Cumhuriyet döneminde rasyonel-legal otorite ile tanımlanan yurttaş kimliği, bugün yeniden geleneksel ya da karizmatik otorite formlarına geri çekilmektedir. Bu kayma, sadece siyasal düzlemde değil; kimliğin anlam dünyasında da bir gerilim yaratır.

Son olarak Ralf Dahrendorf, toplumsal değişimi çatışmalar üzerinden okur. Ona göre kimlik dönüşümü, farklı grupların çıkarları ve talepleri arasında yaşanan gerilimlerin bir sonucudur. Ancak bu gerilimlerin yapıcı olabilmesi için toplumun müzakereye açık, çoğulcu ve kapsayıcı olması gerekir. Aksi hâlde, kimlik bir uzlaşma zemini değil, bir çatışma nesnesine dönüşür. Türkiye’de hem Cumhuriyet’in kurucu kadroları hem de bugünkü siyasal iktidar, bu müzakere zeminini büyük ölçüde dışlayarak kendi kimlik tanımını topluma dayatmıştır. Her iki durumda da oluşan şey, organik bir evrim değil; kırılmalı bir yeniden tanımlamadır.
Bu çerçevede milli kimlik, geçmişin aynen muhafazasıyla değil; geçmişin yorumlanması ve güncellenmesiyle yaşatılabilir. Ancak bu yorumlama, ne yukarıdan gelen bir iradeyle ne de dışsal ideolojik formüllerle olabilir. Gerçek kimlik, toplumun kendi iç ritmini, hafızasını ve ruhunu gözeterek, zamana yayılarak oluşur.

6. BUGÜNKÜ İKTİDARIN UYGULAMALARI: SESSİZ KOPUŞ VE KİMLİK MÜHENDİSLİĞİ

Bugünkü iktidar, Cumhuriyet’in erken döneminde yaşanan hızlı modernleşme hamlelerini, “toplumun hafızasını silen, dayatmacı ve Batıcı bir proje” olarak eleştirerek iktidara geldi. Bu eleştirinin arka planında, Yahya Kemal ve Ahmet Haşim’in de sezgisel biçimde dile getirdiği bir gerçeklik vardı: Cumhuriyet, geçmişle bağları koparan bir hızla ilerlemişti. Ancak bu eleştiriyi merkeze alarak iktidara gelen siyasal hareket, zamanla kendi geçmişine benzeyen başka bir mühendislik projesini, bu kez ters yönden uygulamaya koydu. Ortaya çıkan tablo, yalnızca bir “restorasyon” değil; toplumun kimliğini farklı bir yönde yeniden biçimlendirme girişimidir.

İktidarın uyguladığı politikalar, klasik muhafazakârlığın öngördüğü evrimsel değişim ve kültürel süreklilik ilkeleriyle bağdaşmamaktadır. Aksine, devlet aygıtının tüm ideolojik ve kültürel araçlarını kullanarak, yeni bir tarih anlatısı, yeni bir yurttaş tipi, yeni bir dil ve dini kimlik kurgusu inşa edilmeye çalışılmaktadır. Bu, geçmişi restore etmekten çok, onu güncel ihtiyaçlara göre yeniden yazmak ve kullanmak anlamına gelmektedir. Tarih, burada bir hafıza değil, bir mühendislik hammaddesi hâline gelmiştir.

Bunun en çarpıcı örneklerinden biri, kontrolsüz göç politikalarıdır. Milyonlarca göçmenin ülkeye kalıcı biçimde yerleştirilmesi, yalnızca demografik değil; aynı zamanda kültürel, dilsel ve sembolik düzeyde toplumsal dokuyu değiştirmektedir. Bu değişim, halkın onayıyla ya da tartışmayla değil, sessizce ve süreklilik arz eden bir şekilde yürütülmektedir. Göç, kimliği dönüştüren bir faktör hâline gelirken, devletin tanımladığı “milli kimlik” ise giderek içeriği boşaltılmış, esnek ve keyfî bir forma bürünmektedir. Bu süreçte geleneksel Türkiye kimliği —Osmanlı sonrası birikimin, Cumhuriyet modernleşmesinin ve halkın gündelik deneyimlerinin taşıyıcısı olan o çoğul yapı— giderek susturulmuş bir arka plan hâline gelmektedir.

Bütün bu gelişmeler ışığında şunu sormak gerekir: Geçmişte Cumhuriyet devrimlerini “yukarıdan müdahale” ile kimliği parçalamakla suçlayan bir iktidar, bugün halkın rızasını gözetmeden benzer bir müdahaleyi başka bir yönden yaptığında, aynı sonucu üretmiş olmuyor mu? Üstelik bu kez söz konusu olan, sadece tarihsel sürekliliğin değil; toplumsal aidiyetin, kültürel dokunun ve siyasal meşruiyetin de çözülmesidir. Bu noktada yapılmakta olan, bir muhafazakârlık değil; bir tür ideolojik inşâcılık, yani kimliğin yukarıdan yeniden tanımlanmasıdır. Ve bu, tarihsel olarak bakıldığında, tam da eleştirilen Cumhuriyet devrimleriyle aynı yöntemsel zemini paylaşır: halkın ruhundan değil; iktidarın tahayyülünden doğan bir kimlik inşası.

Son söz olarak şunu söylerim ki, biz Türk Milleti olarak Osmanlı ve Selçuklu’dan miras değer ve hatıralarımızı ne kadar önemsiyorsak, Cumhuriyet’le birlikte elde ettiğimiz kazanımlarımızı ve Cumhuriyete dair hatıralarımızı da o kadar önemsiyoruz. Bu değer, kazanım ve hatıralar bizim milli kimliğimizin ayrılmaz bir parçasıdır.

Yorumlar
Yorumlar yükleniyor...
Daha fazla yorum yükle...