Kırık pasaport, büyük deha: Gazi Yaşargil ve Türkiye’nin kaybolan fırsatları
Sağlık Bakanı Kemal Memişoğlu, Prof. Dr. Gazi Yaşargil'in hayatını kaybettiğini bildirdiğinde aklımdan ilk geçen, bilim insanlarının; icatları ve buluşları kadar, yaşadıklarıyla, direnişleriyle ve hayallerinden vazgeçmemeleriyle de nasıl örnek olabildikleriydi.
Ordinaryüs Profesör Doktor Mahmut Gazi Yaşargil’in öyküsü de bize şunu hatırlatır:
Büyük başarılar, genellikle zorluklarla, yoksunluklarla, hatta kimi zaman ülkesinden uzakta geçen yıllarla yoğrulur. Ama her seferinde insanlığa yeni bir ufuk açılır.
Aslında, Yaşargil’in öyküsü, bize Türkiye’nin eski günlerinin çelişkilerini, hasretlerini ve kaybedilmiş fırsatlarını da hatırlatır.
DAHİYİ KAYBETMEK
Bu ülke bazen en değerli evlatlarını, yürekleri memleket hasretiyle yanarken, sınırların ötesine uğurlamak zorunda kaldı. Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki rüzgâr, yerini kimi zaman bürokrasinin soğuk yüzüne, kimi zaman da çetin hukuki engellere bıraktı.
Türkiye, yakın tarihinin en parlak bilim insanlarından birine, kendi elleriyle çizdiği ince bir çizgiyi aştırmamıştı: Prof. Dr. Gazi Yaşargil.
1960’ların ortasında, henüz yurt dışında doçentlik sınavına hazırlanan genç bir cerrahken, Gazi Yaşargil’in eline bir askerlik celp kâğıdı ulaşmış, o, eğitimini tamamlayıp ülkesine daha büyük bir birikimle dönmek istese de bu isteği kabul edilmemiş ve genç bilim insanı vatandaşlıktan çıkarılmıştı.

Bir pasaport, bir karar, bir kırık kalp…
Türkiye, kendi dâhisini kaybetmenin acısını yıllarca hissetti.
Zaman geçti, dünya Yaşargil’in adını tıp literatürüne altın harflerle yazarken, 1993’te İstanbul’dan gelen bir davet, kalbindeki “eve dönme” özlemini yeniden alevlendirdi.
68 yaşında ve artık uluslararası bir bilim insanı, nöroşirurjinin yaşayan efsanesiydi.
Ne yazık ki, değişen kanunlar bu dönüşü imkânsız kılmıştı. Bir ulusun bürokrasisi, bir insanın kaderini bir kez daha sınırların ötesine sürmüştü.
Ama Yaşargil pes etmedi. 1994’te Amerika’da, Little Rock’ta, dostu Prof. Ossama Al-Mefty ile birlikte, ABD’nin ilk mikronöroşirurji merkezini kurdu.
O yıl, bir başka gelişme daha yaşandı:
Dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal, Türkiye’nin bu büyük kaybını telafi etmek istedi. Gazi Yaşargil’in vatandaşlığa tekrar alınmasına karar verilmişti.
Pasaportunu da dönemin Sanayi Bakanı Şükrü Yürür bizzat teslim etti.
Bu tablo, bize önemli bir şeyi anlatmıştı:
Her toplum, kendi değerini, ancak ona sahip çıkabildiği kadar yüceltebilirdi. Bazen bir kanun, bazen bir imza, bir bilim insanının yurduna dönüp, bilgisini memleketine aktarmasının önünde on yıllarca aşılmaz bir duvar olabilirdi. Gazi Yaşargil’in öyküsü gibi..
ANADOLU’DAN DÜNYAYA
Bugün her ne kadar adı bilim dünyasının sınırlarını aşmış, bir efsaneye dönüşmüş olsa da Gazi Yaşargil’in öyküsü aslında Anadolu’dan dünyaya yayılan bir inat, merak ve çalışkanlık hikâyesiydi.
6 Temmuz 1925’te Diyarbakır’ın Lice ilçesinde, kaymakam bir babanın ve Anadolu’nun köklü ailelerinden bir annenin çocuğu olarak hayata başlamıştı. Doğmadan önce annesiyle birlikte yaşadığı esaret, kaderinin ne kadar sıra dışı olacağını adeta önceden ilan etmişti. Ailesiyle birlikte Ankara’ya yerleşmiş, Cumhuriyet’in genç başkentinde okula başlamıştı.
Henüz lise çağında, komşuları olan nöroloji profesörü Şükrü Yusuf Sarıbaş’ın etkisiyle bilime ilgi duyduğunu fark etti. Yaşadığı zatürre ve geçirdiği yüz felci, onun tıp mesleğine adım atışında belirleyici oldu.
Fakat asıl büyük etki, savaş yıllarında yaşandı. Ankara Atatürk Lisesi’ni bitirip, Ankara Üniversitesi’nde tıp fakültesine başlamıştı. Ancak gözü daima dünyanın daha büyük laboratuvarlarındaydı.
Viyana’ya gitme hayali, dönemin Kültür Bakanı Hasan Ali Yücel’in “Şimdi Viyana’ya gitmek zamanı değil” uyarısıyla ertelendi, ama yılmadı. 1943 yılında, dışişleri bakanlığının desteğiyle Almanya’ya geçti, Naumburg’da hemşire yardımcılığı yaptı, ardından Jena’da tıp eğitimine başladı. Savaşın gölgesinde geçen eğitim yılları, onun mücadele azmini ve adaptasyon yeteneğini pekiştirmişti. İsviçre’ye geçip Basel Üniversitesi’nde doktorasını tamamladığında, tıp dünyasında iz bırakacağı yolculuk henüz başlamıştı.
BEYİN CERRAHİSİNİN EVRİMİ VE YAŞARGİL’İN DEVRİMİ
1953’te, Zürih’te Prof. Hugo Krayenbühl’ün ekibinde yer aldı. Beyin damarları ve anjiyografi üzerine yaptığı araştırmalar, alanında bir dönüm noktasıydı. 1957’de Almanya’da dönemin öncü hocalarıyla birlikte yeni cerrahi tekniklerini öğrendi ve bunları ilk uygulayan isimlerden biri oldu. Her yeniliğin peşinde, her yeni tekniğin sınırında Yaşargil’in imzası vardı.
Özellikle beyin tümörü ameliyatlarında kullandığı teleskopik vida fikri ve bunun ilk başarılı uygulamaları, onu kısa sürede meslektaşları arasında öne çıkarmıştı.
1965-1967 yılları arasında ABD’de Vermont Üniversitesi’nde, mikrovasküler cerrahi laboratuvarında Profesör Peardon Donaghy ile çalışan Yaşargil, mikrocerrahi tekniklerini ustalıkla geliştirdi. O yıllarda nöroşirurjinin henüz yolun başında olan bipolar koagülasyon tekniği ile tanıştı ve hızla kendi cerrahi pratiğine entegre etti.
Döndüğünde, 30 Ekim 1967’de Zürih’te ilk defa mikroskopla beyin ameliyatı yaptı. O gün, dünya nöroşirurji tarihinde bir çağ kapanıp yeni bir çağ açılmıştı.
Ancak mikroskobun hantallığı ve operasyon sırasında yaşanan zorluklar, Yaşargil’i “cerrahın iki elinin de özgür olduğu” yeni bir mikroskop icat etmeye yönlendirdi.
Geliştirdiği yüzer mikroskop ve ameliyatlarda kullanılan otomatik Leyla ekartörü, sadece ameliyat tekniklerini değiştirmemiş; bu buluşlar sayesinde, önceden “ameliyat edilemez” denilen beyin lezyonları ve tümörler de tedavi edilebilir hale gelmişti.
DÜNYA TIBBINDA BİR TÜRK İMZASI
1973’te Zürih Üniversitesi Nöroşirurji Bölüm Başkanlığı’na getirilen Yaşargil, yaklaşık yirmi yıl boyunca kliniğin şefliğini yürüttü. O yıllar hem binlerce ameliyat hem de onlarca yeni tekniğin geliştirildiği altın bir dönemdi. Kendi adını taşıyan “Yaşargil Anevrizma Klipsi”, cerrahi aletler ve ergonomik tasarımlarla tüm dünyada beyin cerrahlarının standart setlerine girdi. Hemşire Dianne Bader-Gibson ile kurduğu hayat, kızı Leyla’ya adını verdiği ekartör gibi hem bilimsel hem de insani bir iz taşıdı.
Dünyada nöroşirurji denince akla gelen iki isimden biri olmuştu: Harvey Cushing ve Gazi Yaşargil. American Association of Neurological Surgeons (Amerikan Beyin Cerrahları Birliği) tarafından "Yüzyılın en iyi beyin cerrahı" seçilmişti. Neurosurgery dergisi kapağına taşındı, bilim insanları onun buluşlarının insanlık için yeni bir çağ açtığı konusunda birleşti.
Türkiye’de ise, bu parlak başarı hikâyesi yıllar sonra ancak hak ettiği karşılığı bulmuştu. Cumhurbaşkanı Özal’ın özel girişimiyle vatandaşlığına yeniden kavuşmuş, sayısız ödül ve madalya ile onurlandırılmıştı.
MİRASI VE İLHAMI
Bugün, dünyanın dört bir yanında cerrahlar ameliyathanede ellerine “Yaşargil klipsi” aldıklarında, sadece bir cerrahi alet değil, bir vizyonun, bir azmin ve Türkiye’den dünyaya yayılan bir bilginin ürünüyle karşı karşıyalar.
Gazi Yaşargil’in geliştirdiği teknikler, beynin en girilemez bölgelerindeki hastalıkların bile tedavisini mümkün kıldı.
Yalnızca hastaları değil, bütün bir meslek dünyasını ve genç cerrahları etkiledi.
Yalnızca tıbbın gelişimine değil, bilimin ve emeğin sınır tanımazlığına dair bir umut oldu.
Onun hikâyesi, bize bir ülkenin kendi değerlerine sahip çıkmasının ne kadar yaşamsal olduğunu hatırlatması açısından son derece önemli.
Ve şunu da göstermesi açısından da:
Bazen en parlak yıldızlarımızı, ancak onları yitirdiğimizde gökyüzünde fark edebiliyoruz.
Son söz yerine:
Gazi Yaşargil’in hayatı ve çalışmaları, Türkiye’nin bilimde kaybettiği ve sonradan kazanmaya çalıştığı bir değerin simgesi. Onun hikâyesi, gençlere ve bu ülkenin bütün yeteneklerine bir çağrı: Zorluklar ne olursa olsun, inatla ve sevdayla yürüdüğünüzde dünya sizinle birlikte değişir.
Özel bir not:
Gazi Yaşargil’in insanlığa armağan ettiği ilham verici yaşam öyküsü, artık bir belgeselle de ölümsüzleşti.
“Hümanist Bir Deha: Gazi Yaşargil” belgeseli, yönetmen Atıl İnaç’ın imzası ve Gülen Güler ile Derya Tarım’ın yapımcılığında tamamlandı. İzlemek için sabırsızlananlardanım.