İstanbul’da Yaşamak: Aşkla Başlayıp, Trafikte Tükenen Bir Macera
İstanbul’da yaşamak… Herkesin hayalini kurduğu, bazılarının kaçmak için gün saydığı bir çelişki bu. Bir sabah Boğaz’a karşı kahveni yudumlayıp, öğleden sonra trafikte bir saatlik mesafeyi üç saatte almaya çalışırken kendini sorgulamak tam da bu şehrin doğasında var.
İstanbul bir şehirse, diğerleri kasabadır derler. Haklı olabilirler. Çünkü burası sadece bir şehir değil; bir karakter, bir ruh hali, bir çığlık, bir serzeniştir. Her sokağında bir tarih, her binasında bir hikâye gizlidir. Sultanahmet’te adımlarını geçmişe basarsın, Karaköy’de geleceğe yürürsün, Kadıköy’de bugünün içine düşersin.
Ama güzelliğiyle seni baştan çıkaran bu şehir, seni en çok da sabrınla sınar. Trafik artık bir yolculuk değil, bir yaşam tarzı. Metrobüsle gitmeye çalışırsın, insanın insanla bu kadar temas kurması gerektiğini sorgularsın. Özel araçla gitmeye kalkarsın, benzinden değil ama ruhi sıkışıklıktan tükenirsin.
Kira mı dediniz? İstanbul’da ev kiraları artık gökyüzüyle yarışıyor. Boğaz manzarasına değil, boğaz sıkışıklığına bakıyorsun artık ev ararken. Lüks dairelerde yaşamak değil dert, sadece “yerleşecek bir yer” bulabilmek oldu asıl mesele.
Yine de… yine de bu şehirden vazgeçemiyoruz. Çünkü İstanbul yalnızca yaşanacak bir yer değil; hissedilecek bir yerdir. Bir martı çığlığıyla içini titreten, Galata Kulesi’nden baktığında içinde zaman yolculuğu başlatan bir şehir. İnsan burada kaybolur, ama belki de tam orada kendini bulur.
Kimi için bir yük, kimi için bir tutku. İstanbul, herkes için farklı bir hikâyedir. Ama ortak nokta şudur: Bu şehirde yaşamak bir tercih değil, bir iddiadır. Kabul edersin, katlanırsın ve seversin… tüm eksiklerine rağmen.
Çünkü İstanbul, hem ceza hem ödüldür.