Tanımanın adı var, kendisi yok: Filistin’i tanımak ne anlama geliyor?
Fransa, İrlanda, Norveç ve İspanya’nın ardından son olarak İngiltere de Filistin Devleti’ni tanıdığını açıkladı. Diplomatik çevreler bu kararı “gecikmiş bir vicdan borcu” olarak yorumlasa da, ortada cevaplanması gereken yalın ve kritik bir soru duruyor: Tam olarak neyi tanıdınız?
Bugün Filistin, uluslararası hukukun bir devletten beklediği dört temel şartın –kalıcı bir nüfus, tanımlı bir toprak parçası, işleyen bir hükümet ve diğer devletlerle ilişki kurma kapasitesi– yalnızca bir kısmını karşılayabiliyor. Evet, Filistin halkı tarih boyunca yurt edindiği topraklarda dirençle var olmayı başardı. Ancak bu halkın yaşadığı coğrafya, hâlâ işgal altında. Kudüs’ün statüsü belirsiz, Batı Şeria’daki Yahudi yerleşimleri giderek genişliyor, Gazze ise düzenli olarak bombalanıyor. Bu durumda hangi sınırlar, hangi topraklar tanınıyor?
DEVLET Mİ SEMBOL MÜ?
Filistin’in anayasal yapısı dahi hâlâ geçici nitelikte. 2002 yılında yürürlüğe giren “Filistin Temel Yasası”, kalıcı bir anayasa değil. Ne halk oylamasından geçmiş bir anayasa var, ne de siyasal birlik sağlanabilmiş durumda. Gazze’yi kontrol eden Hamas ile Batı Şeria’daki El Fetih yönetimi arasında yıllardır süren siyasi bölünmüşlük, anayasal düzeni de fiilen işlevsiz hâle getiriyor. Böyle bir yapı tanınırken, tanıyan devletlerin “neye” onay verdikleri meçhul kalıyor.
Kaldı ki bu durum yeni değil. Birleşmiş Milletler, 2012’de Filistin’e “üye olmayan gözlemci devlet” statüsü verdi. Bu sembolik adım, bir tür diplomatik orta yoldu; ne tam tanıma, ne de tam ret. Ancak o günden bu yana gerçek anlamda hiçbir somut ilerleme yaşanmadı. İşgal sürdü, sınırlar çizilmedi, barış gelmedi. Uluslararası hukuk, bir kez daha güçlü olanın kaleminde şekillendi. Ve zayıf olanın adaleti yine ertelendi.
TANIMALAR NE ANLAMA GELİYOR?
Bugün yapılan tanımaların, barışı yakınlaştırmaktan çok mevcut statükoyu meşrulaştırma riski taşıdığı açık. Özellikle İbrahim Anlaşmaları sonrasında bölgedeki diplomatik denklemler, Filistin sorununu çözmek değil, unutturmak üzerine kurulu. İsrail ile normalleşen Körfez ülkeleri, Filistin meselesini jeopolitik bir yük olarak görmeye başladı. Bu bağlamda “iki devletli çözüm” söylemi, artık bir diplomatik paravandan ibaret. Avrupa başkentlerinden gelen tanıma açıklamaları ise bu paravanın makyajı olma riski taşıyor.
Yine de bu adımları yalnızca vicdani refleksler olarak değerlendirmek yetersiz olur. Zira İsrail’de giderek daha etkili hale gelen aşırı sağcı blok ile onlara ABD’de açık destek veren Evanjelik lobiler, yalnızca bölgesel barışı değil, Batı’nın kendi iç dengelerini de tehdit ediyor. Trump döneminde Kudüs’ün İsrail’in “ebedî başkenti” ilan edilmesiyle perçinlenen bu eksen, artık Avrupa’daki birçok siyasi ve finansal çevrede de rahatsızlık yaratıyor.
Özellikle Londra merkezli küresel sermaye çevreleri, İsrail’in uluslararası hukuku hiçe sayan politikalarına karşı mesafeli duruyor. Filistin’i tanıyan ülkelerin, son dönemde bu finansal çevrelerle yakın ilişkiler içinde olması tesadüf değil. Bu tanımalar, aynı zamanda İsrail’in iç politikasındaki radikalleşmeye karşı küresel sisteme verilmiş bir “jeopolitik uyarı” niteliği taşıyor. Dahası, bu tanımalar bir yönüyle de, ABD ile İngiltere arasında uzun süredir süren Orta Doğu üzerindeki hâkimiyet yarışının yeni bir evresini işaret ediyor. Filistin meselesi, artık sadece bir halkın özgürlük mücadelesi değil; aynı zamanda küresel güçlerin bölgedeki pozisyonlarını yeniden tarif etme sahasıdır.
PEKİ TÜRKİYE NEREDE DURUYOR?
Türkiye, Filistin meselesinde tarihsel ve coğrafi sorumluluğunun farkında olan birkaç ülkeden biri. 1988 yılında Filistin Devleti’ni tanıyan ilk ülkelerden biri oldu. Gazze ablukasının hukuksuzluğunu ve İsrail’in orantısız güç kullanımını uluslararası her platformda açıkça dile getirdi.
Ancak son yıllarda bu kararlı retoriğe rağmen, Türkiye’nin etkisi daha çok söylem düzeyinde kaldı. Diplomatik olarak güçlü açıklamalar yapılsa da, sahadaki somut etkiler sınırlı kaldı. Türkiye’nin hem İslam İşbirliği Teşkilatı içinde hem de Batı ile yürüttüğü ilişkilerde Filistin meselesini yalnızca bir diplomasi başlığı değil, bir ilke meselesi olarak ele alması gerekiyor. Aksi hâlde Türkiye’nin ahlaki üstünlüğü, pragmatik hesapların gölgesinde yıpranabilir.
GERÇEK TANIMA NE ZAMAN?
Bir devleti tanımak, onun egemenliğini, anayasal düzenini ve halkın kendi kaderini tayin hakkını tanımaktır. Eğer bu halk hâlâ işgal altındaki topraklarda yaşıyor, sabahları bombaların sesine uyanıyor ve siyasi birliğe sahip değilse, yapılan tanıma, sadece diplomatik bir başlıktan ibarettir. Gerçeklik taşımaz.
Filistin Devleti’ni gerçekten tanımak, bildirgelerle değil; işgalin sona ermesiyle, topraklarının iadesiyle ve halkın özgür iradesiyle mümkündür. O gün geldiğinde yalnızca Filistin devleti değil, uluslararası hukuk da yeniden onur kazanacaktır.
Çünkü bugün tanınması gereken şey, bir devlet değil; dünya sisteminin kendi vicdanıdır. Ve o aynaya bakıldığında görülen yalnızca bir işgal değil, çifte standardın utancıdır.